Doğanın Ruhu'ndan Özgürlüğe Adımlamak...

Gezi Kültür Yazıları
bulut açar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bulut açar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sahil Yolu

SAHİL YOLU (İZMİR)

Gün sıcak ama rüzgâr adımlıyor benimle İzmir sahillerinde. Martıların deniz dalgalarıyla yaptıkları danslara eşlik edercesine Göztepe iskelesinden başlıyorum yürümeye.



Evet, İzmir sahillerindeyim. Ülkemizin büyük metropollerinden biri olan bu kentin sahillerinden insan manzaraları yudumluyorum.

Bir hilali andırıyor şehir ve insanların günün sıcaklığına aldırış etmeden zamanın tadını çıkardıklarını görebiliyorum. Sıcaktan bunalmış olanlar bir palmiye ağacının gölgesine ilişip denizi seyrediyorlar, oltasını denize atmış olanlar ise saatler süren bekleyişle bir akşamlık yemeklerini akıllarından geçiriyorlar. 7'den 70'e balık sevdalısının olduğu bu güzel kentte sosyal yaşama ayrılan zaman çeşitliliğinden birini yaşıyorum sadece. Ve yanaşıyorum birinin yanına.

- Rasgele!

- Sağol ağabey

- Nasıl durumlar balık çok mu?

- Yok, be ağabey, sabahtan bekliyoruz keyfine. Birkaç çipura, birkaç tane kefal ve kopez var. Akşam sofrasına yettiği kadar.

- Rasgele.

...Bekle delikanlı bu muhteşem denizin sana sunduklarını almadan gitmeyi de unutma.

Kordon'da şehrin simgelerinden faytonlar boy gösteriyor. Süslenmiş atlar tura çıkmayı düşünen müşteriler için sıralanmışlar. Geçmiş zamanların o muhteşem anlarını ve bu güzel kentin sokaklarını arşınlamak için hazırda bekliyorlar.

Sahil yolunda yürümeye devam ederken iskeleye yakın çocuklar dikkatimi çekti. Sıcaktan bunalmış olsalar gerek, kalabalığına aldırmadan bir bir atlıyorlardı çıplak bedenleriyle denize. Deniz serinletiyordu belki onları ama gözde incimiz İzmir denizi ne yazık ki kötü bir üne kavuşmuştu. Şehirde denize girmek yasaktı ve bu kirlilik her geçen gün güzelliklerin önüne geçmeye adaydı. Kenti ve denizi kuşatan bu kirliliği İlk defa bu topraklara ve sulara vardığım gün daha net görebildim. Denizin renginin gökyüzüyle eşit olduğunu düşünürdüm, burada durumlar farklıydı. Deniz mavi tonlarında değildi ve ne yazık ki rengi bir yığın külü anımsatıyordu. Üstelik kokusuyla da insanları çok rahatsız ediyordu. Garip bir ikilem. Bu kirliliğe sebep olanların bu görüntüden ya da kokudan rahatsız olmaya hakları var mıydı acaba.

Sahil yolunu adımlarken denize baktığımda denizanalarının benimle birlikte geldiklerini düşündüm ve denizde yüzen şehir çöplerinin. Ticaret belki insanların yaşam koşullarının sürdürülebilirliğini sağlıyor olabilir di ama doğaya yanlış yaklaşıldığında bütün varlıkların yaşam alanlarını da yok ediyordu.

Şimdiki çocuklar temiz denizlere ulaşamadıklarından kirli bir denizde çocukluk dönemlerini yaşıyorlarken; yaşam hakları olan temiz bir geleceğe her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlardı.

Ne acı.

"Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.''

Kızılderili Atasözü





Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Tütün

TÜTÜN

Adına Amerika dediğimiz kıta Cenovalı bir gezginin adımlarıyla tanıştı ve batı dünyasına tanıtıldı…

Sonrası kimileri için kan ve gözyaşı, kimileri içinse medeniyet demekti…

Peki ya tütün?

Amerikan yerlileri bizim deyimimizle Kızılderililer, Avrupalı sözde medeniyeti Amerika'ya getirmeden çok evvel tütün kullanmaktaydı…

İlk Avrupalı yerleşimciler tütün içmeyi Kızılderililerden öğrendiler ve sonrasında bunu Avrupa'ya taşıdılar…

Ancak Avrupalı tütünü de bir eğlence metası haline getirmeyi başardı. Oysa Kızılderililer tütünü inançları doğrultusunda kullanırlardı…

Şaman ayinlerinin bir ritüeli idi barış çubuğu tüttürmek…

Avrupalılar ise bunu anlamaktan uzak kaldılar ve tütünü keyfe keder kullanma yolunu seçtiler…

Netice de bir tüketim metasıydı… Yan etkilerinin önemi yoktu.

Avrupalı her daim yaptığını yaptı başka kültürlerden aldığını özünden kopardı, başkalaştırdı…

Böylece ‘'Tobacco'' ya da ‘'Tombac'' Kızılderililerce ruhani ve güzel amaçlar için kullanılırken, Avrupalılar tarafından kendi halkını zehirlemenin aracı oldu…

Kim bilir belki de bu Kızılderililerin beyaz adama karşı kazandığı istem dışı zaferdi…

Müsebbibi ise yine beyaz adamdı…

Düşünceler iyi ise nesnelerde iyidir… Düşünceler kötü ise nesneler de kötüleşir…

Tıpkı bu hikâyede olduğu gibi.


Günün Üzerine:

Çadırında yere oturup yaşam ve onun anlamı üzerine düşünen, tüm yaratıkların akrabalığını kabul ederek evrenle birlik içinde olduğunu onaylayan kişi, benliğine uygarlığın özünü aşılardı. Yerli adam, kendini bu şekilde geliştirmeyi unuttuğunda, insanlığın gelişmesi de geri kaldı.


Reis Luther Dinelen Ayı




Sevgiler


Yürüyen Bulut konuştu
Kızılderili 

Doğa, Tarih ve Kültürel Değerler


DOĞA, TARİH VE KÜLTÜREL DEĞERLER

Dünya Çevre Günü’ne girdiğimiz şu günlerde, ülkelerin, yaşamlarını sürdürebilecekleri yaşanabilir bir atmosferde temiz bir gelecek için doğayı korumak adına adım attıkları ender zamanlardan birindeyiz.

Ülkemizde 5 Haziran Çevre Günü farklı bölgelerde farklı şekillerle kutlandı. Doğasına sahip çıkmak isteyen bir çok insan, suyun önemine, toprağa, havaya, yok olmaya başlayan tarihsel ve kültürel değerlere dikkatleri çekerek ekolojik gidişatın önemini dile getirmeye çalıştı. Bugün Başkent Ankara’da gerçekleştirilecek eylemlerden biri de bu değerlerin ortak bir şekilde dile getirileceği Kolej meydanıydı…

Doğa üzerindeki olumsuz gidişata dur diyebilmek için ülkenin kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına kadar kilometrelerce yol kat edip Ankara’ya gelmiş 7’den 70’e binlerce insanın bir araya geldiği ve tek bir düşüncenin anlatılmak istendiği yerdeyiz bugün. Sıhhiye’de toplanan halk yürüyüş ile beraber Kolej meydanında hareketlenip konserler eşliğinde adımlayacaklardı. Kaybetmeye başladığımız değerleri resim ve sözler eşliğinde flamalara yansıtan binlerce duyarlı insan bugün seslerinin çıktığı kadar dile getireceklerdi.

Bir çok çevre kuruluşunun organizasyon içerisinde yer aldığı bu platformda en dikkat çeken ve aktarılan konular arasında akarsular üzerine inşa edilecek barajlar sorunu ve suyun ticarileştirilmesiydi. Yapılması düşünülen barajlarla birlikte tarihi değerler de kaybolacak ve yeni nesil kendi tarihine sahip çıkamamanın acı kaybını yaşayacak gibi görünüyor.

Tarihi ve doğal güzellikleriyle isim yapmış Hasankeyf, Munzur, Yusufeli gibi yerlerin akarsular üzerine inşa edilecek barajlarla sular altında kalacak olması çok acı. Bu olumsuz yaklaşımlara karşı çıkmak için verilen savaşa bizler de kayıtsız kalmayarak yürekten desteklerimizi gösteriyor; bu kıyıma dur diyebilmek için çabalıyorduk. Tarihine ve doğasına dahi sahip çıkamayan toplumumuzun kayıplarını hatırlatacak bu eylemde bir nevi toplumu bilinçlendirmek bizler için de bir sorumluluktu…

Sıhhiye meydanından binlerce kişiyle başladığımız yürüyüşte, Kızılderililerin doğa anlayışına uygun şekilde giyinip, bu olumsuzluğu dile getirmeye çalıştım. Doğanın katledilişine dur demek adına yürüyordum. Yanımda benimle beraber bana eşlik eden ayı kostümlü yoldaşımla dile getirdiğimiz söz Cree Kızılderili Kabilesinin doğaya bakışını yansıtıyordu.

Yüzyıllar önce Amerika’nın yemyeşil doğasında koşturan kabileler, bugün o kurak bozkırlara sesleniyorlar. Bizler de bugün doğamızı koruma sorumluğuyla dile getirebildik ezgilerimizi :


Son ağaç kesildiğinde,
Son nehir zehirlendiğinde,
Son balık tutulduğunda,
Ancak o zaman paranın yenilemeciğini anlayacaksınız…!


Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Dağlık Frigya "Uygarlığa Yolculuk"

DAĞLIK FRİGYA “UYGARLIĞA YOLCULUK"

“3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan bir insan günü birlik yaşayan bir insandır…”

Tarihin sırlarını aralamak, geçmişte yaşamlarını sürdürmüş uygarlıkların bulunmuş oldukları bölgelerde kalıcı yapılarıyla tarihi hissedip, görmeye çalışmak ve keşif amacıyla çıktığımız, uygarlıkların beşiği olan Anadolu’ ya yolculuğumuz; geneli üç il sınırları içerisinde (Afyon, Eskişehir ve Kütahya) bulunan ve 180 km.’yi çevreleyerek keşif için 35 km.’lik bir antik yerleşim tarihi olan Selçuklu Kümbet’i ve Dağlık Frigya’da bulunan dini inanç merkezi Yazılıkaya Vadisi’ni kapsayan iki günlük yolculuk hazırlığına başlıyoruz.


Kısaca bölgenin uygarlık tarihinden bahsetmek gerekirse :

“Frigler, Ege Göçleri ile Anadolu’ya gelen Balkan kökenli boylardan biridir. Ancak siyasi bir topluluk olarak ilk defa MÖ 750’den sonra ortaya çıkmışlardır.

Anadolu, ‘Eski Dünya’ olarak tanımlanan Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarının tam ortasında yer alır. Karadeniz, Ege ve Akdeniz’le çevrilidir. Bu yarımada, insanlık tarihinin en eski kültürlerinin doğduğu, dünya uygarlıklarının temellerinin atıldığı yerdir. Yerleşik yaşam, kent kültürü ve yazılı tarih Mezopotamya’da başladı. Mezopotamya kültürü ise Dicle ve Fırat nehirleri ile Anadolu’da başlar. Dicle ve Fırat nehirlerinin yanı sıra Kızılırmak, Sakarya, Menderes dahil tüm Anadolu akarsuları Özgün kültürlerin beşiğidir. Anadolu yerli halklarının bir çoğu Türkçe gibi bitişken bir dil konuşuyordu. Daha sonra göçle ve istila için gelen topluluklar yerli halklarla kaynaştılar. Zengin doğal ve kültürel birikimlerle özgün bir Anadolu Uygarlığı oluşturuldu. Anadolu inançları, ekonomik ve sosyal yaşam biçimleri, Akdeniz üzerinden Avrupa topraklarına taşındı. Antik Helen Uygarlığı’nın ve Rönesans’ın kaynağında Anadolu kültürlerinin etkisi vardır. Anadolu’nun her köşesi uygarlık tarihinin aydınlanmasını sağlayacak sayısız yerleşimleri barındırır. Bu büyük miras içinde, Frig Uygarlığı’nın en görkemli eserleri Dağlık Frigya bölgesindedir. Dağlık Frigya bölgesinde bulunan Eskişehir Friglerin inanç merkezidir.

Frigya bir tarım ülkesi idi. Frigya Kralları tarıma ve hayvancılığa özel önem verirdi. Sakarya ve Porsuk nehirleri ile can bulan ve Ana Tanrıça Kibele’nin kutsadığına inanılan bereketli ovalardaki ürünün bolluğu, el sanatlarındaki gelişmişlik, Frig toplumuna fark edilir bir zenginlik kazandırdı ve Frigya, efsanelerle ‘Dokunduğu Altın Kral Olan Midas’ın Ülkesi’ olarak tanındı.

Friglerin dini merkez olarak seçtikleri Yazılıkaya Platformu, kaya anıtları ile donattıkları Yazılıkaya Vadisi’nde yer almaktadır. Yazılıkaya Kibele İnanç Merkezi ve çevresi askeri soylu sınıfın yaşadığı Frig Kaleleri ile koruma altına alınmıştır...”


10-12 Nisan 2009 Tarihli Frig Vadisi Keşfi için Ankara’dan hazırlığımı tamamlamış, otogarda otobüsün Afyon’a hareket saatini gece yarısında beklemekteydim. İzmir’den katılacak partnerim ile Afyon otogarında buluşarak önceden planlarını hazırlayıp dokümanlaştırdığımız bölgenin haritası ve tarihi bilgileriyle yolculuğa geçiyor bir taraftan Ege’den gelecek arkadaşım ve diğer taraftan İç Anadolu’dan hareketlendiğim bir yıldızlı bahar gününün gece serinliğinde aynı saatlerde hareketleniyoruz yolculuğa …

Rahat bir otobüs yolculuğunun ardından sabahın 02:00’de Afyon otogarındaydım ve yarı uykulu halde uykuya devam edebileceğim bir yer aramaya başladım. Kamp yükümü yolcu banklarından birine yakın olacak şekilde yere bırakıp, boş bulduğum bir banka oturarak uyumaya devam ettim. Otobüs seferlerine ait anons sesleri arasında uyumaya çalışarak sabahı beklemenin bedenim üzerindeki etkisi hiç de kolay değildi. Bu tür faaliyetlerin üzerimdeki en acınası etkisi sanırım bu olsa gerek. Uyumak için çabalamak...

İzmir’ den gelen partnerim sabahın 05:30’da terminalde dolaşarak beni aramış ve bir bankta beni uyurken bulmuştu. Aç bir şekilde otogardaki restoran işletmelerine giderek karnımızı Afyon’a özgü tandır çorbasıyla doyurmuş, serin havada sıcak bir iç çorba ile kendimize gelebilmiştik.

Kümbet ve Yazılakaya’ya gitmek için Afyon-Eskişehir karayolu güzergahını kullanan Kanat otobüs firmasından biletlerimizi alıp Selçuklu Kümbeti’nin bulunduğu Kümbet köyü yol sapağında inerek; yürüyüş hazırlığına başlamadan gün aydınlığında güzelim köy doğasının havasını ciğerlerimize çekiyorduk.
Sapaktan 2 km. yol yürüyerek Kümbet köyüne varmış, koyunları otlatmak için gün ışığı ile birlikte yollara koyulan çobanların ve sürünün peşinden koşuşturan köpeklerin havlamaları ile sürünün arasında kalıp sohbetlerle köy kahvesinin yerini öğrenmiştik çobandan. Köy kahvesine vardığımızda kahve sahibi ve bisikletleriyle sabah keyfinin tadını çıkaran köy çocukları ile sohbetlere başlayıp bölgenin tanıtımı içi gelen bir garip gezgin olduğumuzu dile getirerek kahveye doğru adımladık. Kahve sahibi Mesut bey’in sıcak köy çayı ikramıyla kahvaltımızı yaparken bir yandan da sohbetler eşliğinde köy ve doğası hakkında açıklayıcı bilgiler alıyorduk.


İlk tarihi gezimiz köy ortasında bulunan Selçuklu Kümbeti (M.S. 1229) olacaktı ama, zaman kazanımı için 17 km.’lik Yazılıkaya Vadisi’ne ulaşmak ve Midas Anıtı İnanç Merkezinden başlamak daha akılcı geldi ve ortak kararda planımızı bu şekilde partnerimle kararlaştırmış olup Kümbet’i dönüş sonrasında araştırıp inceleyecektik. Gidiş için bir araç temin etmek ve sonrasında 17 km’lik dağ yolunu harita-pusula üzerinden dönmeyi kararlaştırarak zamanı dikkatli kullanıp programlayacaktık. Mesut bey’in bağlantısı ile köyden bir toros araç sahibi ile anlaşıp bizi Yazılıkaya Vadisi’nde bırakacaktı.

Kamp yüklerimizi köy kahvesine teslim ettikten sonra gerekli ekipmanlarımızı yanımıza alıp araçla yola koyulduk. Vadiye vardığımızda inanılmayacak bir büyüklükte tarihi yapılarla karşılaştık ve saatlerce sürebilecek bir araştırma gerektirdiğini Yazılıkaya’ya vardığımızda anladık.

Müze kartlarımızla girişimizi yapıp, Dağlık Frigya’nın Yazılıkaya Vadisine ait broşür ve haritasını görevli memurdan temin ederek, partnerimle kroki üzerinden ön incelemeye başladık. Midas Anıtı üzerindeki Frig Yazıtları görülmeye değerdi. Fenike alfabesinden gelişen Frig yazısı batıya yayılmasıyla bu yazıtlar Yunan alfabesini de o zamanların sürecinde etkilemişti.

Dini merkez Midas Anıtı üzerindeki kaya işçiliği dikkate değer olağan güzellikteydi ve eşi benzeri olmayan 17 metrelik bu anıt üzerinde bulunan geometrik ve simetrik motifleriyle bizleri etkilemeye yeterdi.

Anıtın hemen sağında bulunan Kırkgöz Kale’si ise iç içe oyulmuş kaya yapılarıyla toplu yaşayış biçimlerini gösteriyordu. Bunun gibi daha onlarca yerleşim merkezlerini barındıran ve vadi içerisinde kaya anıtları, kabartmalar, karlıklar, nişler, sarnıçlar, kaya mezarları ve sunakları partnerimle araştırmış, geçmişte yaşamış bu gizemli medeniyetin izlerini adımlamıştık.

Gezi süresince dikkatimizi çeken önemli bir sorunda; bu anıtlara zarar verilmiş olmalarıydı ve çevrenin önemine de dikkat edilmiyordu.
Uygarlık tarihine sahip çıkamayan bir toplumun geleceğe ışık tutması mümkün değildir... Yazıtları incelediğimizde bize yaklaşan yerli bir büyüğümüzle sohbete başladık. Bu yerleşim bölgesinde hayvancılıkla uğraşan yaşlı bir büyüğümüzün yazıtlar üzerinde nasıl değişiklikler yaptığına dair anlatımı ise şöyle: "Gavurlar yazıyı okumak istiyorlar bizde okumamaları için çekiçle değiştirdik" Yazıtın kendisinin isteğiyle, oğlu tarafından zarar verildiğini söylemesiyle değerlerimize ne kadar da, sahip çıktığımızı bir kez daha gözler önüne sermişti. Güzel ve değerli olan aşk, bir çok bölgede, tarihi eserler üzerine yazılarak, kazınarak, sprey boyalarla dile getirilerek, büyük bir tahribat yaratmaktadır. Doğamıza ve de zenginliklerimize sahip çıkamamakla beraber, verilen zararların boyutlarını görmek çok acı verici.

Krokiyi takip ederken Bitmemiş Anıt ve Antik Yol’a varıyoruz. Antik Yol üzerinde bulunan ve Bitmemiş Anıt’ı önemli kılan ise batıya bakan tek anıt olmasıdır. Üzerinde bir çok motif bulunan anıt, tapınmaların da burada yapıldığını göstermektedir.

Vadiyi gezmeye devam ettikçe birbirinden farklı yapıları keşfetmeye devam ediyorduk. Vadide ilerledikçe; Sarnıçlar, Şifalı Kibele Pınarı, Kaya Anıtı, Delikli Frig Nişi, Anıtsal Frig Kaya Mezarı, Frig Yazıtlı Antik Yol, Frig Kaya Rölyefli Basamaklı Kaya Sarnıçları, Kibele’nin Doğal Bereket Kayası, Kule, Agdistis Tapınağı, Kabartmalı Kaya idolü, Frig Kaya Yazıtı, Sümbül Anıtı, Frig Yazıtı, Kral yolu ve Sunakları görmek mümkün.

Dini inanç merkezi Yazılıkaya’da üç saatlik bir gezi araştırmasını tamamladıktan sonra, yerli halkımızla köyde sohbetler yaparak bölgeden ayrılmanın zamanı gelmiş kendimizi bilinmeyen bir doğanın dağ yollarına bırakmış, elimizdeki harita ve pusula bilgileriyle Kümbet’e doğru vadi, tepe ve orman içlerinden ilerleyerek akşam karanlığına yakın köyde olmayı planlıyorduk. Saatlerce süren doğa yürüyüşümüzde doğa güzelliklerinin keşfini de yapmış orman çeşitliliği ve yabanıl bitki türlerini, orman kuşlarını ve gökyüzünden seslenen şahinleri; yakın izleme aleti dürbün ile kısa süreli görme şansına sahip olmuştuk.

Akşam karanlığına saatler kala planlandığımız gibi Kümbet’e vardık ve gün batımı ile birlikte bitmiş sularımızı köy çeşmesinden doldurarak ve kana kana içerek yorgunluğumuzu geride bırakmaya çalışıyorduk.

Programımız gereği; M.S. 1229’da yapıldığı düşünülen ve Eskişehir iline 83 km, Seyitgazi ilçesine 40 km uzaklıkta olan Kümbet köyündeki kalıntılardan; üzerinde leylek yuvasının ihtişamı ile adına Himmet Baba Türbesi denilen yuvarlak gövdeden oluşma Selçuklu Kümbeti yapı ve çevresindeki anıt mezarları incelemeye devam edecektik. Anıtlara doğru ilerleyip, mahallelerden geçerken; köy mahallelerin doğallığını görüp de burada yaşayanlara bakmak huzur veriyordu. Sokakta kız ve erkek çocuklarının neşeyle koşturduğu, kapı önünde torunu ile sohbet eden yaşlılarımızın bulunduğu; kuş sesleri arasında köpeklerin havladığı, tavukların koşturup horozların özgürce öttüğü güzel bir köydü burası.

Karasal iklimin hakim olduğu bu coğrafyada geçimlerini tarım ve hayvancılıkla sürdüren bölgedeki köyler; turizmin de geliştirilmesiyle, bu bölgelerde hem uygarlık tarihinin korunup iyi tanıtılması hem de bölgenin kalkınmasında etkinlik gösterebilir.

Külah şeklinde görünüm almış kümbetin üst kısmı tuğlalardan, alt kısmı ise moloz taşlardan oluşmuş olup, üzerine işlenen motiflerle kümbet, canlılığını ve ihtişamını koruyarak bu gün hala ayaktadır. Bu muhteşem esere tanıklık etmek bizler için çok büyük bir şans...
Gün boyu süren gezi-kültür araştırmamızla üzerimize tatlı bir yorgunluk düşmüştü. Bizler de dinlenmek için gün ışığında geldiğimiz köy kahvesine doğru yol aldık. Köyde, sabah karşılaştığımız köy halkımızla sohbetler yaparak bir yorgunluk çayı içtikten sonra kamp için yüklerimizi alıp 5 km.‘lik Büyükyayla gölüne doğru yola çıktık. Batan güneş ile göl manzarasını görmemiz burada oluşumuza değerdi. Geceyi göl kenarında kamp yaparak geçirecektik.


Göl kenarından ilerlerken bölge halkından balık tutmak için gelen gençleri fark ettik. Anladık ki bölge yerlilerince çok sık ziyaret ediliyordu göl.
Göle yeni girdiğimiz için çok memnun edici adımlarla ilerliyorduk ama; etrafta birden bire karşımıza çıkan çöpler dikkatimizi çekmeye başladı. Yorgunduk ve sırtımızdaki 35 kg. ağırlığındaki kamp yükü ile ağırlık taşınmayacak bir hale gelmeye başlamıştı ve bu çevre sorunlarına dikkate değer bakmakta zaman kaybetmemek için uygun bir kamp kuracak alan bakmak zorundaydık.

Orman içi ve göl kıyısında ilerlerken göl suyunun kirliliği gözler önünde ve gün içinde yaptığımız onca güzelliklerle adımlamanın sonrasında, moral bozan bir gerginlik üstümüzdeydi. Göl kıyısı ve orman içleri sürekli yoğun çöplerle görünmeye başlıyor ve bu olumsuz manzara karşısında belgelemek adına yorgun düşmüş bedenlerimizle fotoğraflar çekiyorduk. Etrafa piknikçilerce bırakılmış yüz binlerce çöpe dönüşmüş nesne görmek mümkündü.

Yakılan ateşlerin etrafındaki doğaya zarar verilmiş olmasından tutun da; gazete üzerinde küflenmiş yiyecekler, poşetler, şişeler, içki kutularından bebek bezlerine her ağaç köşesinde, göl kenarında ve göl içinde, her tarafa yayıldığını görmek mümkündü. Bu durum karşısında duyduğumuz üzüntü ile adımlamaya devam ediyor ve her dakika daha da güçsüzleşiyorduk.

Bu duruma müdahale etmek; deniz yıldızlarını sahilden denize atmaktan çok farklıydı. Bölge halkı güzel bir atmosferi elleriyle yok ediyor, kendi toprağına sahip çıkamıyordu.
İlerledikçe temiz bir alan bulmanın zor olacağını da düşünmeye başladık ve gün de batmak üzereydi. Karşımıza göl kenarına kadar araçlarıyla yanaşan üç-dört araçlı piknikçiler çıktı. Ve gördüklerimiz karşısında nasıl bir piknik anlayışımızın olduğunu görmek bizleri ürküttü. Piknikçilerin gözlerimizin içine baka baka, çevreye attıkları çöplere de, şahit olunca sessiz iki yabancı gibi ilerledik. Uyarmak olmazdı burada ve anlaşılmazdık. İnsanın çevresini ne şekilde etkileyebildiğinin farkındalığında olması büyük bir erdem olsa gerek. Araç plakalarına baktığımızda Afyon ve Eskişehir bölgelerinden geldikleri anlaşılıyordu. Pisliklerin içinde piknik yaptıkları gibi kirletilmiş doğada, çocukları bu adımlarla yarına çocuk olabilme anlamsızlığında koşturacak ve onları duyarlı yapacak bir ebeveyn maalesef yoktu karşılarında …

45 dakikalık yürüyüşümüzle çok kısıtlı temiz bir alan bulmuş çadırı bu bölgeye kurmaya karar vermiştik. Çadırı kuracağımız bölgede bulunan az miktarda ki şişe ve plastik bardakları toplayarak çevremizi temizledikten sonra, gün içinde çikolatadan başka bir şey yemediğimizden boşalan karnımızı doyurmak için hızlı bir şekilde kampımızı kurduk.

Çadıra girmeden çevreyi kısa süreli incelediğimde biraz içlere ağaçların sıklaşan çevresinde; gölden 30 metresi yine çöplerle çevriliydi. Bu artık isyan edişim olsa gerek; çığlığımla Doğa Ana’ya seslendim… “Ya-hey ! Ya-hey !… Kutsal Toprak Ana, "Mon-o-lah" yaşayışımın temelinde ve gidişatında var olan senin sevgin ile adımlıyorum... Beni varolduğum bu yaşayışta güçlü kıl ki; bugün yalnız kaldığım doğa aşkında sorumluluklarımla sana destek olabileyim Anne...”

Üzgün bir ruh haliyle gün batımında çadıra girip, arkadaşımın hazırladığı yiyeceklerle açlığımızı gidermeye ve gölde yansıyan parıltıları izleyerek yarının umuda yolculuk düşüncesiyle, yorgun düşen ruhlarımızı bedenleriyle uykuya bırakıyorduk…
Sabah uyanışıyla, dinlenmiş bedenlerimizle, gölü izlemeye başladık. Göl yüzeyinde yoğun bir sis tabakası gizemli geçiş yapmakta ve orman kuşlarının şarkı söylemesiyle bu güzel huzuru tatmak, dün yaşadığımız çevresel etkiye dayalı üzüntülerimizi de hafifletmişti. Güzel bir orman ve göl kıyısında kahvaltı yaparak çadırlarımızı toparlayıp çevremizde mıntıka temizliğine başladık.


Çadır alanını, kamping kuralı gereği “eskisinden daha temiz bırakmaya çalışmakla” uğraştık. Ama koca gölün çevresini temizlemeye kalkışmak için bir sonraki faaliyetlerde hem bu bölgeye insanların ve ilgili kamu kuruluşların dikkatini çekmek, hem de , daha hazırlıklı ekipmanlarla bu bölgede bir savaşım vermeyi amaç edindik.

Yükleri sırtladığımızda Büyükyayla gölünden ayrılık zamanı gelmişti. Bir sonraki Frig Uygarlık keşfinde bu bölgenin önemine dikkatleri çekmek üzere kamp bölgesinden ayrılarak, orman içinden, gölün akıntısının başladığı ve süre giden akıntıyla biraz macera yürüyüşüne giriştik. 2,5 km’lik yürüyüş sonrasında Eskişehir-Afyon karayolu sapağında bir aracın durmasıyla bize; gitmek isteyeceğimiz yeri sorduğunda genç arkadaşa Gazlıgöl’de ineceğimizi belirterek Afyon yönüne sohbet eşliğinde devam ettik.

Şimdi sırada Gazlıgöl vardı. Gazlıgöl’de bulunan kaplıcalarda yorgunluğumuzu şifalı sularda dinlenmeye bırakacaktık. Burada bulunarak kaplıcanın tarihine yolculuk yaptığımızda; dillere düşmüş Kral Midas’ın kızı Suna’nın hikayesini de duyuyoruz yörede:

“Frikya Kralı Midas Gazlıgöl’e 10 km mesafede Ayazin’de (Metropolis) yaşamaktadır. Kral Midas’ın Suna isminde güzelliği dillere destan bir kızı vardır. Suna genç kızlığına adımını attığı yıllarda illet bir hastalığa yakalanır. Güzel Sunanın vücudunda çıkan sulu çıbanlara ülkenin her yerinden getirilen hekimler bir çare bulamazlar. Ağrılarına, sızılarına ve iyileşmeyen yaralarının üzüntüsüne dayanamayan kız yollara düşer.
Yazın kavurucu sıcağı, yaralarının sancısı, açlık, susuzluk, günlerdir yürüdüğü yolun yorgunluğu Suna’yı perişan etmiştir. Şimdiki Gazlıgöl’e gelebilen Suna yeşillikler içinde akan suya kendini atar. Bitkin düşen güzel kız suyun verdiği rahatlıkla orda uykuya dalar. Uyandığında ağrıların dindiğini, çıbanlarının kurumaya başladığını görür. Suna bir hafta burada kalır. Yaraları tamamen iyileşir ve eski güzelliğine kavuşur. Kralın gözcüleri kızı saraya götürürler. Kral Midas’ın gece gündüz tuttuğu yas, sevinç ve mutluluğa dönüşür. Kral Midas Gazlıgöl’e derhal bir hamam yapılmasını emreder.

Bu suların Frikyalılardan beri kullanıldığı bilinmektedir. Termal çamur doğal bir güzellik iksiri, demir ve potasyum gibi minareler yönünden son derece zengin olan bu çamuru Kleopatra’nın çok sık kullandığı rivayet edilmektedir. Roma ve Bizans imparatorluğunun da bölgeye verdiği önem yapılan kazı ve araştırmalar, ortaya çıkan eserlerle anlaşılmaktadır.

Fatih Sultan Mehmet, Karamanoğulları seferine çıkarken yol üzerinde Gazlıgöl’e uğramış ve burayı imar ettirmiştir.”

Gazlıgöl, Afyon-Eskişehir 20. km.’de bulunup; onlarca termal tesisleriyle hizmet vermektedir. Yolumuz üzerinde bulunan Kırkpınar Termal Otel ve Kaplıca Tesislerine girip ön araştırma yaptıktan sonra; arkadaşım bayanlar kısmına bende erkekler kısmına girmiş saatlerce şifalı sularda yorgunluk atmıştık.
Kırkpınar tesislerinde 2 TL ile termal havuz, Türk hamamı ve buharlı sıcak odalardan faydalandığımızda bu kadar ekonomik olacağını tahmin edememiştik. Çamur banyosunun da olduğu tesiste sağlık bakanlığınca belirlenmiş bir çok hastalığa iyi geldiği belgelenmiş ve bölgenin ulaşım sıkıntısı olmadan bölge halkının da kaplıcalardan rahatlıkla faydalanmaları sağlanmıştır.

Kaplıcadan ayrıldıktan sonra kendimizi çok hafif ve güçlü hissediyorduk. Yeniden yürüme isteğiyle Afyon karayolu istikametine 7 km’lik bir yürüyüşle devam edip, yol boyunca geçen araçlarla karşılıklı selamlaşmalarla devam ediyorduk.

Otobüsü kaçırmamak için bir süre sonra, Afyon’a gitmekte olan servislerden faydalanarak yolun kalan kısmını araçla tamamladık. Terminale vardığımızda arkadaşımın isteğiyle Afyon’a özgü sucuk ekmek ve ekmek kadayıfını yemek için terminal içerisinde bulunan işletmelere koşturuyorduk. İki işletmeye sorduğumuzda gelen yerli turist kafilelerine hizmet verdiklerinden dolayı sucuk ekmek olmadığını açıkladılar. Buraya kadar gelip de Afyon’a özgü sucuk ekmek yemeden gitmenin üzüntüsünü belirterek bu durumu protesto etmiştik arkadaşımla. O sırada terminal işletmesi yönetim kurulu başkanı şikayetimizi duyunca, bizler de kafile gibi karşılık göremediğimizden yakındık. Afyonkarahisar Otobüs İşletmeleri Yönetim Kurulu Başkanı Kadir Bey (Altınkaya), bizleri yöresel yemek konusunda bilgilendirdikten sonra, özel istek üzerine sucuk ekmek ve üstüne de ekmek kadayıfını gitmeden yiyebileceğimizi dile getirdi. Yemek ve tatlılarımız geldiğinde bu yemeğin ardından keyifli bir yolculuk yapılacağını Kadir Bey ve diğer yönetim kurulunda bulunan arkadaşlara gülümseyerek ifade ettik
Sohbetlerimizin ardından otobüs saati gelmişti, bizlere göstermiş oldukları ilgiden ötürü Afyonkarahisar Otobüs İstasyonu Turizm A.Ş. yönetim kuruluna yürekten teşekkürlerimizi ilettik. Ayrıca, yoldaşım Gökyüzü’ ne beni bu keşifte yalnız bırakmayarak zorlu geçen süreçte, beraber adımladığımız için onur duyarak geldiğim topraklara geri dönüyordum…


Sevgiler


Yürüyen Bulut
Bulut Açar





Gölgeli Yol Çamur Üretir !

“GÖLGELİ YOL ÇAMUR ÜRETİR"

Güney Amerika’nın en yüksek dağı ve dünya dağ tırmanıcılarının en gözde yerlerinden biri olan Aconcagua dağında yaşanan talihsiz bir olay ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler oldukça düşündürücüdür. Yaşayış değerlerini göremeyen ve dağların olağan varoluşundaki güzelliklerini kirleten insanların, empati kurmayı beceremeyip çirkinliklere adlarını yazdırmalarını görmek ne acı vericidir…


Beş buzulu olan 6,962 m yüksekliğindeki Aconcagua dağında, bir doğa ruhunun akciğerlerinin iflas etmesi sonucu, oksijen yetmezliğinden dolayı yaşama veda etmesi bizleri derinden etkilemiştir. Dağcılara rehberlik yapan, 31 yaşındaki Federico Campani’ nin ölümünün, hayvanlara yapılan kötü muamele ile eşdeğer olduğu, internetteki video görüntüleriyle ortaya serilmiştir. Arama kurtarma ekibinin, bölgeye gitme aşamasında hiçbir teknik malzemeye gerek duymadan, ekipmansız çıkması ve mahsur kalan dağcıya ulaştıklarında, dağcının baygın halde yaşıyor olduğu gözlemlenip, tepki vermesi üzerine, arama kurtarma ekibinin kötü muamelesi de, doğada görmek istemediğimiz bir utançtır. “Nasılsa çoktan ölmüştür” diyebilecek kadar bilgiye nasıl vardıklarını anlamadığımız gibi, bu aşamada yaptıkları arama kurtarmanın algılayışsızca görülmesi, kendilerine arama kurtarma yetkisinin nasıl verildiği sorusunu mümkün kılmıştır.

Doğadaki hikmeti göremeyen bu tür kişilerin, iyi bir amaç doğrultusunda görevlerini kötüye kullanmaları dağcılık camiasını da olumsuz etkileyecek gibi. Mesleki gönüllükte yaralının; çok sıkça karşılaştığımız ve vahşice cezalandırılan sokak köpeklerimiz gibi bağlanıp, sık boğaz düğümü ile sürüklenmesi vahşiliğin boyutlarının da insanlığa yakışmayan bir ifadesidir.

Doğada yürürken doğa ana’ya sevgi verilerek yürünmesi gerektiğini belirttiğim gibi, bilgi iyi amaçlar doğrultusunda eyleme dökülürse, bütün varlıklar bundan, yarar sağlamış olacaktır.

Sevgi bütünlüğünde yollar aydınlık olsun…


Sevgiler


Yürüyen Bulut konuştu
Bulut Açar



Günün Üzerine :
"Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz."

Minquass Kabilesi


Uludağ'da Uyanış



ULUDAĞ’DA UYANIŞ

13 Şubat Cuma akşamı Ankara Otobüs Terminali’nden Uludağ Kış Eğitimi ve zirve tırmanışı için Bursa’ya yola çıkacağımız son dakikalar... Üzerimdeki gergin bekleyiş ile dağcılığa yeni başlayan çadır partnerimin otobüsü kaçırma telaşını yaşarken, son 5 dakikada yetişmesi ile büyük bir heyecanlı bekleyişi üzerimden atmak kolay olmadı.

Malzemelerin paylaştırılmasında ortak olduğumuz çadır partnerim ile yolculuk konusunda bu tür zaman gecikmelerine dikkat edilmesi hususunu paylaştıktan sonra eşyalarımızı otobüsün bagajlarına bırakıp rahat bir solukla yolculuğa hazırdık artık. Haftanın yorgun bedenlerini taşıyan iki kafadar, uykularına teslim olarak, gecenin dinginliğinde Bursa'ya hareket etmekteler.

Cumartesi sabahının erken saatlerinde, uyanmak istemeyip de, uyanmak zorunda kaldığımız mahmurlukta, şehrin merkezinde bizleri karşılayan yağmur damlalarının huzuru ile uzun zamandır merak ettiğim adını doğadan alan ‘Yeşil Bursa'da uyanmıştık. Sanayileşme ve hızlı kentleşme ile yeşil Bursa'nın kısmen doğallığı da kaybolmaya yüz tutmuş görünüyordu. Yeşil Bursa, adını kale ve hanlardaki taşların üzerinde tutunan yosunlarla korumaya çalışıyor gibiydi. Doğallığını eski taş mimarilerinde koruyan Bursa ilimize, yağmur damlaları eşlik ediyordu. Islanan ruhlarımızın yeryüzüne olan bağlılıklarında seslendiriyorduk bu hüzünlü görünüme:

“Yağmur iyilerin de üzerine yağar, kötülerin de.” Hopi Kızılderilileri


Yolumuz taksi dolmuşları ile eski garajlardan Tahtakale'deki hanlara varıp, Pirinç Hanı'nı bulmakla daha bir hareket kazanmıştı. Hanın kapalı olduğu bu saatlerde, Tahtakale'deki adı ile meşhur çorbacılarımızdan Hacıbey'de bulduk kendimizi. Sıcak çorbaların çeşitliliği iştah kabartıyordu ki, partnerim ile bir ayak paçası (adını yeni duydum ki, tadı da farklı) bir de mercimek çorbası içerek, masamızdaki kâse içerisinde bulunan zeytinlerden tadarak, sabah keyfimizi açık bir çay ile sürdürmüştük.

Hacıbey Lokantası'ndan ayrılıp, eski Osmanlı mahallelerinden yürüyerek, kültürünü koruyan yaşlı büyüklerimizle selamlaşıp Pirinç Han'da bulunan Zirve Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü'nün Bursa şubesindeki faaliyete katılan dostlarımızla merhabalaştık.

Bursa ekibimiz ile 45 dakikalık Uludağ yoluna koyulmuştuk artık. Yolculuk sonrası deniz seviyesinden yükseğe çıkıldıkça, yağmur sonrası kara dönüşen havanın yoğun etkisi rüzgârla karışıyordu. Evet, görünen oydu ki, kolay olmayan bir faaliyet, bizleri bekliyordu.

Uludağ'a vardığımızda, kar ve tipi artmış durumdaydı. Hazırlıklarımızı Uludağ Gençlik ve Spor Müdürlüğü'nde tamamladıktan sonra, teleferikle yüksek bir bölgeye çıkmış ve İzmir ekibimizle buluşmuştuk. Ortak bütünlükte bir aradaydık fakat bu olumsuz hava koşullarında ne yapıla bilinirdi? Hem fikir olmak kolay görünmüyordu. Sonuç olarak rehber ve sorumlu eğitmenimizin, yer taraması çalışmasının ardından, çadır alanlarının, otellerin arkasında yer alan Fatihtepe'deki yere paralel bir bölgede kurulması belirginleşmişti. Yoğun tipi altında, çadırlarımız için kar duvarları yapma hazırlığına girişmek üzere küreklere sarıldık. İzmir ekibi alt kısımda kendilerine yer açmaya çalışırken bizler de, Bursa ekibi ile 20 m yukarıda, üç kar küreği ile hızlı çalışmalarla bir an önce duvar ve uygun kar zeminini oluşturmak için yoğun çalışıyorduk.

Öyle ki, çalışma sonrasında yoğun tipiden gelen toz ve yumuşak kar taneleri üzerimde birikmiş, saçlarımın uçları buz tutmuş ve vücudumun iç ısısı ile dış soğuk temas ederek ıslanmış halde bilek ağrıları ile karşılaşacaktım. Saatler süren kar duvarı çalışması ile arkadaşlarımız çadırlarını kurmuş geriye ben ve partnerim kalmıştık. Bir taraftan çadır alanımızın bulunduğu kısım, rüzgâra açık ve duvar seti oluşturmada karın toz olması ile sıkıntı yaşayacağımızı biliyordum. Bir kar mağarası fikri doğsa da, yoğun çalışmalarım sonrasında dipte çıkan buz kütleleri işimi hayli zorlaştırdı ve kar mağarasını yarıda bırakmak zorunda kalmıştım.

Partnerim ve yan çadır dostlarımızla bir araya gelip, yer uygunluğu belirlemeye çalışarak rüzgârı ve toz karı engellemenin zor olacağını ve sıkıntı yaşayacağımızı belirttiğim halde, rüzgârın döndüğü uç kısma çadır oluşturmaya karar verdik. Dört kişilik yorgun bedenlerimizde enerjilerimiz tükenmiş olarak, çadırı kurmak için var güçle uğraşıyorduk. Bu yoğun çalışma sırasında artık, parmaklarımız tutmuyordu. Yağan karın kıyafetlerimizde ıslaklık oluşturması sonrasında, buzlanmış saçlarımızla çadıra girerek, açlık duygusuyla, çantalarımızda ilk ulaştığımız yiyeceklerden ne bulursak yemeye başlamıştık. Çadır kapısı her açıldığında, içeriye hücum eden karın yoğunluğu, yaşayacağımız sıkıntının güçlü bir habercisi olmuştu.

Dağcılıkta paylaşım çok önemli bir etiktir. Çadır alanı için saatlerdir uğraştığımız dostlarımızın, bir anda çadırlarını boş alanlara kurmaya başlaması ve bizleri yalnız bırakmalarını üzüntüyle karşıladığımı belirtmem gerekir. “Dağcı önce kendi oluşumunu düşünmelidir, kalan zaman sürecini çemberiyle paylaşmalı ve çemberini güçlü kılmalıdır.''

Bu Yürüyen Bulut için büyük bir deneyim olmuştur.







































İçeriye giren kar yoğunluğunu engelleyememekten, üzerimizin ıslaklığından yorgun düşen bedenlerimizle birlikte, partnerimle geceyi bu şekilde geçirmeme kararını aldık. Aksi halde, eğitim ve zirve tırmanışı konusunda sıkıntıya düşebilirdik. Şimdi ıslak kıyafetlerimizi kurutmanın bir yolunu bulma zamanı. Partnerime karşı da almış olduğum sorumluluktan dolayı, dağ hastalığını burada yaşamamak için, çadırımızı toplayıp çok daha yakınımızda bulunan şömineli cafeye girmiştik. Bütün ekip üşümüş olmalı ki, herkesi şöminenin etrafında eldiven, tozluk, bere derken kıyafetlerini kurutmak için uğraşıyor bulduk. Bir taraftan da, sıcak sohbetlerini yapıyorlardı ateş başında. İçeri girdiğimizde herkes bizlere odaklanmış, kamp yüklerimizin görünümünden olsa gerek, ne tarafa gideceğimizi düşünür gibi odaklanmışlardı. Dostlara seslenişimle : “Ya-hey!” kar gözlüğümü çıkarıp selamlaştım. Sıcak sohbetlerinin aralığında durumu bildirip, burada bir süre ısınmaya karar kıldık. İzmir Şube Başkanımız Yaşar Bey cafe işletmecisi ile durumu görüşüp, geceyi orada yerde mat ve uyku tulumlarımızı sererek sabahlayabileceğimiz bilgisini vererek bizleri rahatlattı.


Yeni dostlarımızla tanışarak, şömine etrafında yoğun sohbet eşliğinde ıslak kıyafetlerimizi de kurutmaya başlamıştık. Diğer taraftan İzmir Şube ekibindeki eğitmen Hakan Bey ile zirve tırmanışının ne durumda olabileceğini konuştuk. Öyle ki, kötü hava koşulları ile zirve tırmanışı şimdiden iptal olmuştu. Neyse ki, dağ yerinde duruyor... Başka bir sefere tırmanış yapabileceğimizi biliyorduk ve dostlarımızla tekrar bir arada olmanın mutlu tarafı vardı ki, aynı ateş etrafında toplanıp aynı havayı soluyorduk, doğa ruhları olarak…

Akşam saatlerinde kayakçılar da, otellerine çekilmiş, dağcı dostlarımızdan başka kimse kalmamıştı cafede. Cafe sahipleri giriş çıkış anahtarını teslim ederek ayrıldıktan sonra, gecenin hazırlığına girişmiştik. Sohbetler eşliğinde yanımızda bulunan yiyecekleri çıkarıp ateş etrafında devam eden konuşmalarla zamanı geçiriyorduk. Acıkan midelerimize yeni yiyecekler de bularak dostlarımıza güzel bir bulgur pilavı hazırladım. Bu kadar güzel övgülerle karşılanmak yemek konusunda, oldukça mutlu ediciydi. Aynı tencereye uzanan kaşıklarla paylaştığımız yemeğimiz, yaşanan doğallığın sıcak bir görüntüsüyle anılaşıyordu. İki kişi kalacağımız bu yerde, diğer dostlarımız da ateşin büyüsüne kapılmış olmalılar ki, mat ve uyku tulumunu kapan soluğu cafede almaya başlamış ve geceyi, masaları kenarlara çekip yerlere serdiğimiz matlarımızın görüntüsüne bırakmıştık. Sıcak bir şeyler içerek, sabahın aydınlığına doğru yorgun bedenlerimiz, yeni enerjileriyle uyanıyor olacaklardı.

Pazar sabahımız, komik ve bir o kadar da neşeli başlamıştı. Çadır partnerimin horlamasına dostlarımız takılmış, gece boyunca horlama sırasında dürtülen arkadaşımın uyanmaması da olaya ayrı bir espri katmıştı. Derin uykuya dalan yorgun bedenim, arkadaşımın horlamasını bana duyurmamıştı. Arkadaşlarıma gülücüklerle seslenerek : “Dağlarda, sert rüzgarların eşliğinde, güçlü horlamalar çadırın patlamasına neden olabilirdi.” Gülüşmelerin ardından, hızlı bir şekilde eşyalarımızı toparlayıp otel bölümüne geçtik. Sıcak bir şeyler içmek için lobiden termoslarımızı sıcak su ile doldurmuş bir şekilde tekrar cafeye gelip, sönen ateşimize kızıllık vermiş, etrafında ısınıyorduk. Bir taraftan da kahvaltı için hazırlıklarımıza başlamıştık. 6-7 kişi kahvaltılıklarını birleştirince otelin lobisinde gördüğüm açık büfeden farklı bir görüntü oluşmamıştı. Yaşar Bey’in getirdiği ev mıhlamasına da diyecek yoktu hani. Güzel bir kahvaltı sonrası, cafenin her tarafını süpürüp temiz olarak, dağcılığın doğasına yakışır bir şekilde, sahiplerine yürekten teşekkürlerimizi sunarak bırakmıştık. Artık, eğitim alanına doğru gitmek üzere, hazırdık.

Eğitim saati ile birlikte teknik malzemelerimizi alarak çadırlardan uzak olmayacak bir bölgede düşüş eğitimleri, sis ve tipide ipe girme, çığ testi sondası, biwak kurulumu ve biwakta konaklama gibi birbirinden farklı uzun eğitimler aldık. Bazen yaralanmalarla, bazen de karın yapısının eğitime uygunsuzluğunun zorluğuyla kampı tamamlamıştık. Partnerimle eğitimin bitmesi halinde erken ayrılmayı kararlaştırıp dostlarımızla vedalaştıktan sonra Bursa’ya doğru yola koyulduk. Aşağı inildikçe yağan kar kendisini yağmura bırakmış, içerisinde bulunduğumuz servisin ayakta durma kısmında taburelerde bir saate yakın yorucu bir yolculuk sonrası Bursa’ya gelmiştik. Yol boyunca kayakçı bir doğa ruhlu arkadaşımızla yaptığımız bilgi alışverişi sonrasında, Bursa’dan ayrılmadan önce yöreye özgün ne yiyebileceğimiz hakkında bilgiler de edinmiştik. Cumhuriyet Caddesindeki Çakır hamam’da bulunan Küçük Saray Lokantasına girip Bursa’nın “iskender kebabı” ile, oldukça özgün ve lezzetli “pide kebabından” birer buçuk porsiyonla ancak doyabilmiştik. Akşam saatlerinde Bursa’dan ayrılarak güzel bir deneyimi tamamlamış oluyorduk.


Sevgiler


Yürüyen Bulut konuştu
Bulut Açar



Günün Üzerine :

Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz.

Ute Kabilesi