Doğanın Ruhu'ndan Özgürlüğe Adımlamak...

Gezi Kültür Yazıları

Yedigöller

YEDİGÖLLER / BOLU

“İlkbaharda usul usul yürü Toprak Ana hamiledir.”


Baharın uyanışıyla birlikte yeşile boyanan doğa bizleri kendi diyarlarına çağırmaktadır. Şehrin verdiği yoğun stres mi? Yoksa yaşamayı her zaman arzuladığım doğa yolu mudur beni adımlamaya bu kadar istekli kılan… Son bir yıla yakın zaman oldu, doğada faaliyet yapmadım ve kendimi toprağa aç hissederek baharı Toprak Ana’nın kucağında geçirmek istiyordum. Uzun zamandır gitmek isteyip de gidemediğim Yedigöller’e bugün zaman bulmuş ve içimdeki çocuksu heyecanla uykusuz bir gün sonunda yola çıkmaya hazırdım.

Saat sabahın 03.00’ ı gösterdiğinde yola birlikte çıkacağım bisiklet sevdalısı arkadaşım Zafer’i arayarak aracıyla beni evden alması için uyandırıyorum.

8 Mayıs günü Ankara’dan Bolu Yedigöller’e araçla hareketleniyoruz. Ulaşımda en yakın yol güzergâhı Ankara-İstanbul karayolunun 152. km’sinden Yeniçağa sapağından ayrılıp Bolu-Gerede yoluna girmek. 18-19 km’lik mesafeden sonra petrol ofisini 500 metre geçip solda Yedigöller (48 km.) tabelasını görerek sapağa giriyoruz. Bundan sonraki yolu güneşin doğduğu ilk saatlerde ve yemyeşil doğada kuşların ezgilendiği müzikalle devam ediyoruz. Yol boyunca zaman zaman aracı durduruyor, doğa fotoğrafları çekerek kısa yürüyüşlerle çayırlarda adımlıyorduk. Sabah çeşmesinden doğal su içmeden yola devam etmek de olmazdı.

Yedigöller sapağından 16 km sonra Yazıcık Köyü’ne varıyoruz. Köy sabahın sakinliğinde sessizlikle kaplanmıştı. Genel ekonomisi ormancılığa dayalı bir yapı görülmekteydi bu köyde. Ormanlarda bol miktarda meşe, kayın ve çam ağaçları mevcut yeşilimsi bir coğrafyaya sahipti. İklimini Karadeniz iklimden alıyordu bu sakin köy.


Sabahın 07.00’nde aracı köyün meydanına bırakıp son hazırlıklarımızı tamamlayarak Yedigöller’e yürümeye başlıyoruz. Yazıcık köyünden Yedigöller yönünü gösteren tabelayı stabilize yoldan takip ederek devam ediyoruz yürümeye. Doğa içerisinde adımlamaya başlayınca; akan çaydan balıkçıl kuşlarının havada süzülüşlerini görüyor, dağların yeşilimsi görüntüsüne kapılıyor ve şehirden çok uzaklarda olduğumuz bu eşsiz doğada ciğerlerimize çektiğimiz oksijenle kendimizi Toprak Ana’nın kucağında buluyorduk.

Yol adımlanmaya dursun, doğanın çeşitliliğinden görebildiğimiz her farklı anı fotoğraflamaya başlıyorduk. Birçok canlı türü ile karşılaştığımız saatlerdi ve yılanlar, kertenkele türleri, uzun kuyruklar halinde sıralanmış çam kese kurtları bunlardan sadece birkaçıydı…

Yer yer yılancıkları çekerken; stabilize yolda köy araçlarından yaralanmış yılancıkları yol kenarındaki bitki örtüsüne bırakıyorduk. Bu dönemde nasıl ki hassas bir yolu bizler adımlıyorsak; diğer insanlarında daha dikkatli olmaları gerekiyordu doğada. Bir Kızılderili atasözünde denildiği gibi : “İlkbaharda usul usul yürü Toprak Ana hamiledir.”

Ormancılıkla uğraşan insanlarla zaman zaman yolda karşılaşıyoruz. Traktörlerin geçişi sırasında verdiğimiz sabah selamı sonrasında havaya karışan tozlu toprağı içimize çekiyor; tozu dumana katılmış bir yolda adımlamaya devam ediyorduk. Yüklerimiz ağırdı ama yürüyüş tempomuzda gitgide hızlanıyordu. 15 km sonra Yeşilöz Köyü’ne bağlı Karadere Mahallesine uğruyoruz. Çeşmesinden içtiğimiz su ile birkaç dakika dinlenip sabah işleriyle uğraşan mahalle sakinleriyle sohbet yapıyoruz. Mahallenin koruyucu köpeği de yanımıza geliyor... Çantamdan çıkardığım kekin yarısını onunla paylaşıp kalan yolumuza devam etmek üzere hareketleniyoruz.

Yedigöller’e yaklaşırken eğim çıkışları yer yer artıyor rakım olarak yükselmeye başlıyorduk. Yedigöller’den akan çayın sesi yol boyunca bizi hiç yalnız bırakmazken; huzuru, sakinliği doğanın her yanından yaşıyorduk. Yedigöller’e 5 km tabelasını gördüğümüzde bir süre daha yürüyüp yakın olduğumuz düşüncesiyle gölden akan çayda ayaklarımızı dinlendirmek için uygun bir yer bulup durduk. Öğlen sıcaklığı kendini belli etmeye başlamıştı. Saatlerce yürüdüğümüz yolun yorgunluğunu ayaklarımızı soğuk suda bekleterek ve kabalak bitkisinin yapraklarının etrafında sohbet ederek gidermeye çalışıyorduk. Dinlence sonrası yolumuza kaldığımız yerden devam etmek üzere toparlanarak patikaya geri döndük. Yolda adımlamaya devam ederken dikkatimizi çeken bir durumla karşılaştık. 5 km öncesinde aynı tabelayı yine görmüştük ve ekstra bir 5 km’lik yol tabelası ile karşılaşınca Yedigöller’e yakın olmadığımızı anlamıştık. Yedi buçuk saatlik bir yürüyüş sonunda Yedigöller’e giriş yaparak sorunsuz bir adımlayışla yürüdüğümüz yolun 26 km değil de 35 km ye yakın olduğunu fark ettik.

Giriş için şahıs ücretini verdikten sonra birde çadır için konaklama ücreti verecektik. Büyükgöl’ün bulunduğu ve çadırların kurulduğu bölgeye adımlarken yol boyunca yaşadığımız doğa sakinliğinin yerini karnaval şenliğine bırakmıştık. Göllerin çevresi kalabalıktı. İnsan bağrışmaları, müzik sesleri ve et kokularına doğru yönelerek ilerliyorduk. Kamp bölgesine vardığımızda yer aramaya başladık. Uygun bir çadır konaklama yeri bulduğumuzda çadırlarımızı kurup aperatif bir şeyler atıştırarak akşam güneşiyle göllerden fotoğraflar çekecektik. Bir bir göllerin etrafını dolanıp her kareden yansımaları fotoğraflayarak adımlıyorduk. Dilek Çeşmesi’nden suyumuzu içip doğal güzelliklerin korunmasını isterken, şelalesinde serinleyip; Gülen Kayalar’da kahkahalar atıyorduk.

Orman içerisinde ilginç bir ağaç vardı adına Pisagor Ağacı deniliyordu. Merakla patika işaretlerini takip ederek bu farklı türü görmek istedik. Ağaç matematikte Pisagor sembolüyle birebirdi… İki ayrı uzaklıktaki ağaç gövdeleri yüksek bir noktada kaynaşmıştı. Bu durumu açıklayacak en iyi bilgi sanırsam matematikçileri bu ağacın etrafında toplamak ve düşüncelerini almak olacaktır.

Güneşin batmaya yakın bir zamanında kampa geri dönüş yaptık. Akşam kamp ateşi için bir teneke ve tenekeye ısı verecek olan odun ve ateş gerekiyordu. Açlıkla beraber gelen yorgunluk, odun bulma işini eziyete bırakmış görünse de, ağaçlardan düşen kırık dalları toplamak için orman içerisinde adımlamaya başladık.
Belli bir zamanlık ısıtma ve sohbet keyfini verecek kadar odunumuz olmuştu artık. Şimdi açlığımızı giderme zamanıydı.. Ve dağlarda yaptığım acılı bulgur pilavını şimdi burada yapma keyfine dönüştürecektim.

Akşam karanlığında kızıl bir ateşin etrafındayız. Açlığımızı gidermiş ve sıcak içeceklerimizle kamp ateşimizin etrafında sohbete başladık. Bir süre sonra duymak istemediğimiz kampçılığa aykırı davranışlar sergileyen yedi kişilik bir ekip gün içerisinde doğadan aldığımız bütün huzuru bozacak davranışlar sergilemeye başladılar. Onlarla aramızdaki mesafe 20-30 metreydi. Paylaşmak adına bu gruba saatlerce yürüyüp de topladığım odunlardan vermiştim. Şimdi o ateş çemberinin etrafında araçlarından çıkan müzik sesi ve bağrışmalarla hatta yer yer küfürler savurarak benim gibi diğer bütün kampçıları olumsuz bir durumla karşı karşıya getirmişlerdi. Bizler insani bir şekilde nezaketle uyarmıştık onları ama bu iyi bir sonuç yaratmadı ve bizler gibi diğerleri de…

Saatlerce ateş suyu içip kampı rahatsız eden bu kişiler benliklerini kaybetmiş; kendilerini uyaran kişilerle kavga çıkarıyorlardı. Burada özel sektöre bağlanmış bir kamp işletmesi güvenlik sorunlarıyla uğraşmazken geceyi silahlı, kavgalı bir huzursuzlukla bitirmeye çalışıyorduk.
Yedigöller’de telefonların çekmemesi çok kötü bir durum olsa gerek. Ne güvenlik vardı ne de iletişim imkânı. İnsanlığa yakışmayan davranışlar sergileyen toplumsal vakalara dur diyemedik saatlerce…

Bu tür toplumsal ama toplum dışı olayları, böylesi güzel bir doğa da yaşamak çok üzücü ve de düşündürücüydü. Doğayı kendi eğlenceleri ve eğitimsiz ruhlarını eğlendirmek için oyuncak haline getiren bu kişiler, Ben ve benim gibi doğayı bütün huzuruyla seven ve sindiren insanlar için içinden çıkılamaz bir acı verdi ve vermeye devam edecek…


Pazar sabahı uyanışımızla, kahvaltı öncesi göllerin etrafında fotoğraf çekimi ve yürüyüş yaparak esneyen bedenlerimizi kuşların ve kurbağaların ezgilenişleriyle uyandırmaya çalışıyorduk. Doğanın Ruhu, burada bu anlamlı şarkılarıyla kaybolmuş huzuru yeniden veriyordu bizlere…

Öğlen saatlerinde çadırları toplamış son hazırlıklarımızı da tamamlayarak dönüş için uzun bir yürüyüşe başlayacaktık. Zafer’in sağ ayağı aşırı yürüme sonucu su topladığından yürüyüşü tamamlayamamak gibi bir durumla karşılaşmak mümkündü. Yinede yürüyebildiği yere kadar devam etmesini istedim. 10-15 km yol yürüdükten sonra ayak ağrısı çeken arkadaşıma eziyet olmaması için yoldan geçen bir araca binip devam ediyorduk. Araçta Türkiye ve başka ülkelerde avcılık sporu yapan Uğur Saltan’la karşılaşıyoruz. Sohbetler yol boyu devam ederken ayı, domuz, sülün vb… birçok canlı türünün doğada yaşam biçimlerine dair önemli bilgiler edinmiştim. Yazıcık Köyü’ne yakın bir yerde Uğur Saltan ve yol arkadaşı ile sohbetlerimizin sonuna yaklaşmış köye kısa bir mesafe içerisinde ulaşarak iki günlük faaliyetimizin 60 km’lik yolculuğuna son vermiştik.

Doğa Ruhu’nda başka bir zamanda adımlamak üzere…
Doğa Etkinliği : 8-9 Mayıs 2010
Yedigöller


Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Ağrı Dağı Tırmanış Güncesi

AĞRI DAĞI GÜNCESİ

1 AĞUSTOS 2009


Bulutlar şarkı söyler…

Yıllardır gökyüzüyle bütünleşmek adına dağların doruklarına zirve tırmanışlarına adımlayıp dururum. Toprak ana’ya gökyüzünden şarkılarımı seslendirir yürüdüğüm toprak parçasında sevgimi dile getirirdim.

Bugün şairin dile getirdiğini yaşadım ve ilk defa uçtum, uçtum bozkırların yükseltisinden uzaklara… Seslendim şairle birlikte…

“Ne uçmayı bilirim, ne de gökten haberdarım,
Bir karış bile fazla yükselemem yerimden:
Toprağa basmak için yapılmış ayaklarım.

Bir karış bile fazla yükselemem yerimden,
Hasretle büyük, geniş semalara bakarım:
Toprak beni daima çeker eteklerimden...”

Cevdet Kudret Solok




Yaşamım boyunca ilk defa uçağa binmenin heyecanıyla bırakıyordum kendimi semalara… Bulutların eşliğinde yeryüzünü şekillendirmiş toprak parçasına bakarken doğanın ruhu ile bütünleşmiş her şey gördüklerimle düşündürtüyordu bana bu güzellikleri. Dağların, vadilerin, ovaların, platoların izlerinden var olan birçok canlının izlerini yansıtmıştı toprak üzerinde. Yer yer kaplumbağa, yılan ve kuşların görünümleriyle canlıları resmetmişti üzerine küre… Kuş bakışıyla doğayı izlemenin keyfine vararak Nemrut Krater Gölü üzerinden Van Gölüne süzülerek konmuştuk Ferit Melen Hava Alanı’na…

Göçebe kuşların izinden gelmiştik Van’a ve uçaktan dağ tırmanış çantamı alarak yolların izinden Doğubayazıt topraklarına gidecek güzergâhı bulmuştum. Ağrı Dağına (Ararat Dağı ) yakındım artık ve saatler sonra Türkiye’nin zirvesini uzaklardan görebilecektim.

Doğubayazıt’a gitmek üzere Van’dan ayrılarak 3-4 saatlik yolculuğa başlamıştık. Muavin koltuğunda oturmuş kaptan Mahmut Ağabey ile insandan, doğadan konuşarak Doğu Anadolu topraklarından bilgiler edinip akan nehirlerden farklı kaynaklarla debimi yükseltiyordum her zamanki gibi… Yol boyunca akan nehirlerin kaynağını sordum Mahmut Ağabey’e ve bu güzel suyun Türkiye’nin tek aktif volkanik dağı olan 3584 metrelik yükseltisi ile Tendürek krater dağından geldiğini söyledi. Kaplıcaları ile şifa bulan insanlar bu dağın var olmasıyla da güçlenmişlerdi ayrıca.

Kaptanımız bu güzel sohbetlerin keyfiyeti üzerine yolculuğu tatlandırarak Tendürek’ten akan ırmağın üstünde oluşturulmuş küçük bir tesiste bizlere bir çay molası ile gönlümüzü dinlenceye bıraktırmıştı.

Saatler süren yolculuk güzel sohbetlerle son bulmuş; öncesinde bağlantı kurduğum dağcı bir arkadaşla öneri üzerine benimle otele kadar eşlik ederek bölge ve dağ tırmanışı hakkında ayrıntılar alıp otelde odama yerleşmiş yorgun ilk günün yorgun bedenini uykuya bırakmıştım…
 2 AĞUSTOS 2009

Doğubayazıt’ta bulutlu, serin bir günün aydınlığıyla uyanmış, günün kahvaltısına eski üyesi olduğum doğa sporları kulüp üyeleriyle birlikte sohbetler eşliğinde güne başlamıştım. Ağrı dağına tırmanış için yol masraflarını minimize etmek, ulaşım ve katır ile ilgili çözümü tırmanışa katılacak tanıdık bir ekiple çözecek ve tırmanışıma odaklanarak günü beklemek adına bir günümü daha Doğubayazıt’ta gezgin adımlarla keşfedecektim şimdi.

Kahvaltı sonrası sıcak bir kahvenin içilmesiyle bölgenin tarihi, doğa ve kültürel izlerine ait bilgiler edinerek şehrin 8 km güneyinde İshak Paşa Sarayını gezilecek ilk yerler arasında düşünerek dağların arasındaki sarp kayalıkların yükseltisinde bulunan kartal yuvasına doğru yürümeye başladım.



İshak Paşa Sarayı’na vardığımda birkaç yüz metrelik uzaklıkta bulunan türbe ve sarp kayalıklardaki doğa yapılarına öncelik vererek bu bölgeleri gezmeye başladım.

Vadi kayalıklardan inip tarihi bir cami avlusunda dolaşırken karşımda bir türbe ve insan yoğunluğu dikkatimi çekti. Türbe, çok önemli bir mutasavvıf olan Ahmed-i Hani türbesiydi. Kürtçe Ehmedê Xanî anlamına gelen ve Hani Baba adıyla anılan çok önemli bir tarihçi, edebiyatçı halk tarafından da şeyh olarak kabul edilmiş hakkı değer bir insanın türbesiydi. 17. yy. Divan Edebiyatının Kürtçenin kurmanci lehçesine uyarlanmış birçok eseriyle tarihi izini bu güzel türbede gün be gün anılarak güçlü kılınmış.

İshak Paşa Sarayı’na vardığımda 15 metreye yakın saray kapısında durmuş yapıyı incelerken; Kırgızistanlı bir ziyaretçiyle kısa sohbetler eşliğinde bu güzel tarihi mimariyi övmeye başladık.

Sarayın yapımı 1685 yılında Çolak Abdi Paşa tarafından başlamış, oğlu İshak Paşa tarafından tamamlanmış. Saray, Türk gelenek ve mimarisine uygun olarak düşünülmüş ihtişamlı görüntüye sahip.

Saraydan içeriye girdiğimde geniş bir saray avlusunda adımlamaya başladım. İçerisinde cami, türbe, aşevi, harem odaları, zindanlar, hamam, eğlence ve merasim salonu, kütüphane, cephanelik ve erzak odaları bulunmaktadır. Her bir bölüme girildiğinden birbirinden farklı mimari dokularla karşılaşmak mümkündü.

Saray mimarilerinde kabarmalar, yazıtlar ve duvarlara işlenmiş geometrik, simetrik simgeler taş işçiliği ve oymacılığı yönünden muntazamdı.

Yapısı ve bulunduğu dağlık bölgeden olsa gerek birçok hikâye ve efsaneye konu olmuş bu ender yapı Doğu Anadolu’da bulunan belki de en büyük mimari yapılardan biriydi. Sarayda her adımlamayla beraber görkemli yapısından hayal dünyasında yolculuğa çıkmamak imkânsız olsa gerek. Burada adımlayan her insan kendisini tarihin yolculuğuna farklı bir şekilde farklı zamanlara götürebilirdi.

Saray gezisini tamamlayıp tekrar geldiğim yollardan adımlayarak dağlık yolu inmeye; esen rüzgârda kanatlarını açmış bir kartal gibi süzülerek rüzgârın esintisinde bırakmıştım bedenimi…

 3 AĞUSTOS 2009

İki günlük Doğubeyazıt dinlencesinin ardından bedenimi dinlendirmiş, günün aydınlığıyla beraber tırmanış için son hazırlıkları tamamlayarak otelden ayrılıp, ulaşım için anlaştığım ekipteki arkadaşlarla buluşma noktasına doğru yürüdüm.

Sabahın ilk saatleriyle jandarmaya tırmanış için kayıt yaptırarak Doğubeyazıt’tan Eli köyüne harekeleniyoruz bir süre sonra. Köye vardığımızda 2000 metrelik rakımda bizleri bekleyen kooperatif kurmuş yük taşıyan katırcılar karşılıyor. Bu sırada bölgeye yoğun bir grup akışı var tırmanış yapmak isteyen. Ağır yüklerimizi katırlara verdikten sonra yıllardır aynı izlerden geçmiş insan ve hayvanların oluşturduğu doğal patikadan 3200 ana kampına hareketleniyoruz. Belli bir zaman aralığında verdiğimiz kısa molalarla, yüklerimizden sorumlu katırcı Ali ile sohbetler yaparak türkülerine ortak oluyorduk. Mola sırasında atlardan birini boş bulmuş Kızılderililerin at sevgisi ve savaşçı ruhuyla koşturmaya başladım. Savaş çığlıklarıyla beraber Yelken adındaki at ile dağlık arazide kısa bir koşturmayla doğanın keyfini çıkarıyorduk…

Okaheyyyyy !


Katırcı Ali’nin akrabalarının yaşadığı küçük yaylalardan birine varıyoruz bir süre sonra. Küçük bir yayla yerleşimi olan ve Kürtçe’de “Zom” anlamına gelen yaylanın büyük alanlı yayla yerleşimlerine ise “Zozan” denildiğini öğreniyorum. Bizleri karşılayan aileler ile yarı Türkçe yarı Kürtçe dilinde sohbetlerle gönülden gelen sıcak bir çay ve peynir ekmekle kısa süreli açlığımızı gideriyoruz.

Yaylayı incelerken bu sırada Katırcı Ali’ye sesleniyorum. Bu tarz küçük yayla yerleşimlerde birçok alanda olmalarına karşın topluluk adı altında kabile adları bulunan bu güzel insanlarımızın bağlı bulunduğu bir adı var mıydı? diye soruyorum.

Bölgedeki en büyük topluluğun kendisinin de içerisinde bulunduğu “Hasasorri” yani Haskırmızı topluluğu adına gelen yaylacılardı. Hasasorri insanları adları gibi kızıllardı. Yüksek rakımlardaki yaşamlarından olsa gerek yaşlıların yüzleri gün ışığıydı…



Kısa süreli yaylayı gezintiye çıkıyorum ve yaylada koşuşturan atların çeşitliliği ve birbirlerine olan sevgileri görülmeye değerdi. Küçük bir tay dikkatimi çekiyor bu sırada. Boynundan bağlı olan tay kaçmasını engellemek için olsa gerek kısıtlanmıştı yaşama. Yanına yaklaştığımda sol bacak kısmındaki büyük bir yara izi hayretlere düşürmüştü. Yaylacılardan yaranın nedenini öğrendiğimizde kurtlar tarafından parçalandığını ve iki-üç günde bir geceleri yayla hayvanlarına zarar verdiklerini öğreniyorum. Yola devam ederek yayladan ayrılmış saatler sonra 3200 m. ilk kampa 4,5 saat süren yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Yüklerimizin gelmesiyle bölgede iki günlük kamp için çadırlarımızı kurmaya başladık.

Kısa bir dinlenmeden sonra kamp alanına başka gruplarda konvoy halinde gelmeye başladılar. Kimisi Ağrı dağını temizlemek üzere, kimisi dünya barışı adına, kimisi ilk kez bisikletlerle Ağrı dağını küresel ısınmanın sorununa dikkatleri çekerek gidişata dikkat çekmek adına bir bir kamp alanı sayıca artmaya başlıyordu farklı düşüncelerle...

Hava ilerleyen saatlerde kapanmaya başlamıştı ve gelen tırmanıcıların sayısı seyrekleşmişti artık. Kapanan bulutlar sesleniyordu karşılayış için bırakacağı yağmur damlalarına. Az sonrasında ilk damlanın ıslaklığıyla hissediyordum düşüşlerini bir bir…

Kampa gelen bazı tırmanıcılardan biri dikkate değer bir rahatsızlığıyla fark ettim. Büyük çadıra yaklaştığımda üşüyen arkadaşa ilkyardımcı olarak müdahale etme sorumluluğu duydum. Eski üyesi olduğum grubun üyesiydi ve hafif Hipotermi geçiriyordu o esnada. Büyük çadırın içerisine alıp üşüyen vücudunu ısıtmak için sıcak içecekle destekliyorduk Bedrican arkadaşı. Birkaç arkadaş ile görüşüp boş olan çadırlardan birine uyku tulumunda zaman geçirip ısınmasını sağlamak yararlı olacaktı. Kendi çadırımda iki arkadaşım ısınmak için zaman geçiriyordu ki onlarında yükleri halen katırların gelişine bağlıydı. Doğada paylaşmak ve yardımlaşmak önemliydi. Zor durumlarında başkalarını düşünecek bir bütünlüğü sağlamayabilmek erdemlikti…

Hafif hipotermi geçiren arkadaşımızı boş bir çadıra alıp uyku tulumu ve kıyafetlerle ısısının artmasına yardımcı olarak bu ilk günün zor sıkıntısını da atlatacaktı…

Yağış artıyordu ve bir süre bulutlar eşliğinde adımladım durdum, bu olağan dağın yükseltisinde. Yağışla beraber ilk gecenin yemeğini beraber geldiğim arkadaşlarla beraber yapmak üzere büyük çadırda bir araya geldik ve sıcak bir çorba hem ortamı hem de içimizi ısıtacaktı. Sıcak çorbanın içilmesiyle yemekler yenmiş herkes bir bir çadırlarına çekilip kimisi uyumaya kimisi gecenin sessizliğinde ses bulmaya çalışıp sohbetlere karışıyordu. Yağan yağmurla, beden ve ruhen huzur bulmuş, uyumamak adına yağmur damlalarının çadırıma düşüşlerini dinlemeye çalışıyordum huzurla… Bir süre sonra doğanın sevgisinde yorgun bedenimi bırakmış olacaktım rüyalara…

4 AĞUSTOS 2009


Gece durmadan yağmaya devam eden yağmurun ardından sabah gün ışığında uyanarak Ağrı Dağının zirvesine odaklanmıştım. Güzel bir sabahın ardından kamptaki bütün varlıklar uyanışa geçmişti. Sıcak bir kahve ile bu keyfi devam ettirmeye niyetliydim. Çadırımın yanına kurmuş olduğum ocak sistemi ile hemen sıcak su hazırlama işine girişerek kahvemi ilk günün eşliğinde dağ bütünlüğünde yudumlamanın sevinci vardı. Sıcak su hazır olduğunda çevredeki arkadaşlarla bu keyfi paylaşmaya devam edip sıcak suyu sürekli tazeliyorduk.

Sabah uyanan tırmanışçı arkadaşların bir çoğu uykusuzluk ve üşüme problemi yaşamışlardı. Birçok kişi ilk tırmanışlarının eziyetini kaldıramayıp inişe geçmek zorunda kaldılar.

Bugün yüksek irtifada vücut uyumlaşması için ikinci 4200 m. ana kampına tırmanıp tekrar 3200 m. kampına inecektik. Birkaç arkadaş ile beraber sabahın aydınlığında tırmanış patikasına bıraktık adımlamalarımızı. Tırmanış süresince eriyen kar sularından yer yer yudumlayarak, kimi zaman endemik bitki türleriyle iç içe makro zaman geçirerek zamanın ve doğanın keyfini sürdürüyorduk patikada.

Bu tür ekpedisyon tırmanışlarında yüksek irtifaya uyum sağlamak vücut için gerekli bir tırmanış biçimiydi. Vücut bir süre sonra Aklimatize yani artan yüksekliklere oranla vücudun kendi kendisini adaptasyon fizyolojisine girmesi ve irtifa süresince azalan oksijen ve hava basıncına karşı vücudun kendisini ayarlamasıydı.

Düşük bir tempoda irtifa çıkışını yaparak 3,5 saatlik bir zamanla 4200 metre ikinci ana kampa ulaşmıştık. Bizleri karşılayan tırmanışçılardan sıcak bir çay ile bir süre kampta zaman geçirerek karşımızda bulunan Cehennem Deresi’ndeki vadi buzullarının görselliğine odaklanmıştık.

Bir süre sonra havanın kapanmasıyla beraber tempolu bir şekilde 50 dakikalık bir zamanla 3200 metre kampına dönmüş; Aklimatize uyumunu gerçekleştirmiş bulunuyorduk.

Akşam saatlerinde kamp sakinliğe bürünmüş; yenilen yemeklerin sonrasında dolunay ve yıldızların eşliğinde sıcak kahvemi yudumlayarak, saatlerce semalarda dolaştım durdum…




5 AĞUSTOS 2009

Rahatsızlık…

Gün ışığında erken uyanışla kampı toplayıp 4200 metre kampına çıkacaktık bugün. Her şey normal görünse de bedenim yorgun düşmüşçesine ağırlaşmış hissediyordu kendini. İyi bir kahvaltı yapamadan kahve ve çikolata yemek mide ağrısına neden oldu sanırsam.

Katırların gelmesiyle beraber yüklerimi katırcıya verdiğimde açlık duygusuyla içtiğim soğuk süte karşı koyamadım. Bir süre sonra yanlış yaptığımı düşünerek yudumlamıştım yarım litre sütü… Sabahın erken saatlerinde bir çok grup son ana kampa çıkış için hazırlıklarını sürdürüyordu. 4200 metre kampında çadır kurma problemi yaşamamak için erken çıkış için hareketlendim.


Bir süre sonra vücudumda hissettiğim ağırlık daha da artmaya başlamış; karın ağrısı ve mide bunaltısı başlamıştı. Sanırsam yediklerimle rahatsızlanacaktım…

Devam etmem gerekiyordu ve dinlenmeye ara vermeden sürekli tırmanışa odaklanarak 3,5 saat sonra 4200 metre kampına varmıştım. Katırların geç geleceğini biliyordum ve kamp bölgesinde ısınan kayaların birine uzanıp karın ağrısı ve bunaltının geçmesini bekledim uzun bir süre.

Kayaların üstünde ağır bir uykuya bırakmışım kendimi ve uyandığımda katırlarda gelmeye başlamıştı. Öğlen sonrası baş ağrısı da eklenince ilaçla müdahale etmek zorunda kaldım. Katırların yüklerimi getirmesiyle çadırımı hızlı bir şekilde kurup uyumam hızlı oldu o an. Çadır içinde kendimi uykuya bırakmış gece zirve için çıkıp çıkamayacağımı uyandığımda karar verebilecektim. 11 saatlik bir uyku ile gecenin karanlığında sabahın 01:00’de uyarak doğadan güç buldum…


6 AĞUSTOS 2009


Bulutlara dokunuş…

Dolunay ışığında son hazırlıkları tamamlamış 4200 metreden Ararat’ın doruklarına doğru hareketlenmek üzereyim.

Bütün gruplar çıkış halinde tırmanışa başlamışlardı. 11 saatlik uyku sonrası hasta bir durumda çıkabileceğim inancıyla birlikte doğanın ruhunda güç ile adımlamak beni cesaretlendirmişti direncime karşılık. Sabahın 02.00’de dolunay ve yıldız kuşağında sessizlikle, bütün grupların arkasında adımlamaya başladım. Hızlı adımlayacak kadar güçsüz ama tırmanışı gerçekleştirecek kadar iyi durumdaydım. Bir savaşçı edasıyla adımlayacağım dağın yollarına şarkılar seslendirdim bugün için… Önümde yüzlerce insan tırmanıyordu ve bütün arkadaşların konuşmaları bana yankılanır durumdaydı. Vücudun tırmanmaya hazır olması bir süreyi bulacak ve kendimi iyi hissedeceğim inancıyla birlikte irtifa çıkışım hızlanabilecekti belki de…


4600 metre’ye yakın yamaç bir bölgede buz yoğunluğuyla beraber kramponları takmış gruplar arasından geçmeye başlamıştım. Birçok tırmanıcı yüksek irtifaya bağlı rahatsızlıklar hissederek inişe geçmeye başladılar. En çok şikayetler arasında baş ağrısı, aşırı mide bunaltısı ve kendini iyi hissetmeme duygusu güçsüz kılıyordu ilerleyişlerini ve birçoğu geri dönüş yolunu seçmişlerdi. Ben bulutların eşliğinde, doğanın yolunda güçsüzlüğü güç görerek adımlamaya devam etmiş; yalnız bir savaşçı ruhunda doğa ana’ya şarkımı söylemek adına ilerleyişe devam ediyordum.

Ararat’a gün doğarken mısır piramidini andıran görüntüsü Doğubeyazıt toprakları üzerinde gölgeleniyordu. Gün doğumuyla birlikte Ararat’ın gölgesi üstünde Dolunay da son ihtişamını piramidin tepe kısmında dakikalarını geçirerek gözlerden kaybolmaya başlıyordu. Olağan güzellik vardı ve benimle beraber birçok tırmanışçı bu eşsiz anı yaşamak adına bir süre oldukları yerde izlemekle geçirdi zamanlarını…

Zirveye son saatler kalmıştı artık ve hasta olan bedenim yüksek irtifa şartlarında oldukça zor adımlamalarla ilerliyordu. Oksijen oranının deniz seviyesi altında olması alınan nefes alış-verişini de hızlandırmış; dakikada attığım adım sayısı duraksayıp ilerlemekle sürüyordu. Zirve’ye dakikalar kalmıştı artık ve bir çok grup da zirve inişlerinde başarı dileklerini iletiyorlardı. 5,5 saat süren tırmanış sonunda 5165 metrelik Ağrı Dağı zirvesine varabilmiştim artık…

Şimdi bulutlara dokunuş zamanıydı ve Kızıl Yol’un ezgilerinde dile getirdim gökyüzünden Toprak Ana’ya…


Ben bir tüyüm açık gökyüzünde
Bu düzlükte dörtnala koşan o mavi atım
Ben parlayan ve suda dolanan o balığım
Ben çayırların sevinci - akşam güneşiyim
Ben rüzgarla oynayan bir kartalım
Ben ışıldayan damlalardan bir güvercinim
Ben en uzak yıldızım
Ben sabahın serinliğiyim
Ben yağmurun vurmasıyım
Ben donmuş kar üzerindeki parıltıyım
Ben ayın göl üzerindeki uzun yansımasıyım
Ben dört renkli bir alevim
Ben görüntüsü alacakaranlıkta kaybolan geyiğim
Yaban kazlarının kış göğünde
uçarken çizdikleri açıyım
Ben kurt yavrusunun acıkmasıyım
Ben bunları saran rüyayım
*
Anlıyor musun - ben yaşıyorum ben yaşıyorum
Ben dünya ile iyi ilişkiler içindeyim
Ben tanrılar ile iyi ilişkiler içindeyim
Ben güzel olan her şey ile iyi ilişkiler içindeyim
Anlıyor musun - ben yaşıyorum,
Ben yaşıyorum.

Tsoai-Talle'nin Neşe Şarkısı



Sevgiler


Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Adamkayalar Kalıntıları

 
ADAMKAYALAR

Temmuz sıcaklıklarında doğada keşif yapmanın zorlu yanlarındandır adımlamak. Azalan su kaynaklarıyla birlikte nemli bir bölgede keşif yapıyorsanız bunaltıcı sıcaklığa uyumlanmaktan başka çareniz kalmıyor.
Sıcaklıklara rağmen bugün tarihin izlerinden yola çıkarak, Roma dönemine ait kaya kabartmaların olduğu Mersin’in Erdemli ilçesine bağlı Kızkalesi beldesinin 10 km. kuzey yönünde bulunan Adamkayalar kalıntılarına ait bulguları inceleyeceğim.
 
Gün doğumundan önce sıcaklığın artışını düşünerek erken bir saatte yola çıkmış, sakin bir doğa sezinleyişinin adımlarıyla vadilerin yükseltilerinde ilerliyordum. Sabah serinliğinde uyanan kır kuşlarının şarkıları ve cırcır böceklerinin seslenişleriyle denizden yüksek bir yerde rüzgarların eşliğinde güneşin doğuşunu karşılıyorduk doğa varlıklarıyla…

Gün doğuşunun izlenişinden sonra yol üzerinde Adamkayalar levhasının bulunduğu 2 km’lik batı yönünden patikayı yürüyerek Şeytan Deresine varmış; vadinin arasından süzülen rüzgarla bu güzel derinliği kucaklıyordum. Daha öncede yaptığım keşiflere istinaden vadinin karşısında bulunduğumdan farklı bir atmosferi olduğunu algıladım. Karşımda duran derin vadilerin sonuna doğru denizin sükunetini yükseklerden karşılamak adına vadi ve vadi içinde yaşayan bütün varlıklara seslendim… Hau ! Hau Mitakuyapi ! Merhaba, Merhaba bütün akrabalarıma…

Seslenişimle sabahı karşılayanlar arasında iki sincap belirdi. Hemen solumda bulunan yüksek kaya bloğunda koşturup oyunlarını oynayan sincapların seslerine gülümseyişimle karşılık verdim. Gün ışığı yükselmeden dik vadi yamacına yapılmış Roma kalıntılarına ait kabartmaları ve kaya mezarlarını inceleyip fotoğraflamak için patika işaretlerini izleyerek devam ediyordum. Belli bir rakımı indikten sonra vadideki mağaraları inceleyerek içerisinde yaşam edinmiş bitki türleri görülmeye değer kılıyordu bu yerleri.
Kabartmalar görülmeye başladığında daha önce karşı vadilerden dürbünle izlediğimden farklıydılar. Burada kabartmaları yakından görmek detaylarını ortaya çıkarıyordu. Niş içerisinde yapılmış 11 erkek, 4 kadın, iki çocuk ve bir dağ keçisine ait kabartmalar dik bir vadi yamacında taş ustalığını sergiliyordu.
Ölmüş olan önemli kişilerin anılarını yaşatmak için yapılan bu kabartmalar beklide dünyada eşi benzeri olmayan inanç alanlarından bir yerdi.

Kabartmalarda görülen şekillerde dikkat çekenler arasında elinde üzüm salkımı tutan uzanmış bir insan kabarması ile elindeki testi ile sıvı dolduran kabartmalara; savaşı simgeleyen mızrak ve baltalı insan kabarmalarına ve aile tablosu ile sadakati simgeleyen anne çocuk ve savaşçının ölümüyle ailenin bağlı kalacağını simgeleyen tabloları görülmeye değer.

Dünyada az bulunacak türden olan bu kabartmalar her geçen gün yok olma tehlikesinin sürecini burada da hızlı yaşamakta. İnsan varlığı yapıcı ve yıkıcılığıyla bilinen gücünü burada da ne yazık ki olumsuz bir şekilde göstermişti. Bu olağanüstü kaya kabartmaları define arayıcıları tarafından istila edilmiş, bir parça metal uğruna değerleri yok etme cesaretini göstererek gelecek kuşakların tarihi ve kültürel değerlerini, yaşamalarını hiçe saymışlardı.
Delici makineler ile bir çok tablet zarar görmüş; tabletlerden biri de dinamit ile patlatılarak etraftaki doğal yapılara zarar verilmişti.

Bölgede tarihi değerlerinin araştırmasını bitirerek karşı vadiye geçmek üzere zorlu bir inişe başladım. İki vadinin arasına indiğimde güneşsiz serin bir doğada dinlenerek zaman geçirmiş tekrar tırmanmak üzere; daha önceki zamanlarda inişini yaptığım vadiden yukarı çıkmaya başladım. Vadi aralarında sayıca çok mağaralar bulunuyor; çoğu zaman bu mağaralar bölgede hayvancılık yapan çobanlara korunak oluyordu.
Yorucu vadi tırmanışından sonra yükseklere çıkmış kartallar gibi esen rüzgara eşlik ediyordum. Dönüş için Yörüklerce kullanılmış doğal patikaların izlerinden devam ederek bu topraklarda uzun yıllar geçen Yörük halkının izleriyle adımlıyordum. Her yıl bu yollarda yaz ve kış göçlerini gerçekleştiren Yörükler yaşam savaşımlarını adımlıyorlardı diyarlara. 10 Mayıs gibi yaz göçleri başlayan Yörükler İç Anadolu toroslarına giderek sıcaktan da uzaklaşıyorlardı. Yaşam şartları hayvancılık ve yer yer kısa dönemli tarım yaparak zor koşullarda yüzyıllardır göçebe yaşamını unutturmuyorlardı. Bölgede kalıcı Yörük halkı da bulunuyordu. Koşulların iyi ve kötü şartlarına karşın göçlerine bölgedeki Yörük halkı da artık ara vermişti. Şu anda bu patikalarda yürüyen son göçebe Boynuinceli ve Sarıkeçili Yörükler kalmıştı. Şartlar her geçen gün zorlaşınca zamanı geldiğinde yol kat edişler duracak son göçebe ırklarda bu topraklarda yaşanmış bir tarihe perde çekeceklerdi…



Günün Üzerine

On yaşımdayken bir gün toprağa baktım; ırmaklara, gökyüzüne ve etrafımızdaki hayvanlara baktım. Bütün bunları yapan büyük gücü kavrayamadım. Bu gücü anlamak için can atıyordum. Ağaçlara, çalılara sordum, bana bakıyormuş gibi görünen çiçeklere sordum: “Sizi kim yaptı?” Yosun kaplı taşlara baktım, bazılarının şekli insana benziyordu ,onlara da sordum. Hiçbiri bana cevap vermedi. Sonra bir rüya gördüm. Rüyamda o küçük yuvarlak taşlardan biri yanıma geldi ve her şeyi yapanın Wakan Tanka olduğunu bildirdi.

O Yaratıcı’ya saygı göstermek için O’nun eseri olan tabiata saygı göstermem gerekir…

Tatanka Ohitika, Sioux Kabilesi



Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Pedalla Doğanın Tadına Varış

PEDALLA DOĞANIN TADINA VARIŞ

Sadece iki tekerleği üzerinde pedallarını kullanarak fiziksel gücümüzle yol aldığmız bisikletlerimiz. Her çocukluk döneminin en muhteşem armağanları olan bisikletlerimiz. Kiminin rengi kırmızıydı kiminin ise kornası yoktu. Ama ilk heyecan veren oyun araçlarımızdı onlar ve doğayla, yollarla ve özgürlük hissiyle ilk karşıkarşıya kalışımızdı pedalladığımız zamanlar.


Doğaya bisikletle çıktığım ilk zamanlardı 18’li yaşlarım. Ve hız tutkusuna kapılmıştım. Ne kadar da zaman geçmiş üzerinden şimdilerde... Hatırladığım kadarıyla en son Gaziantep Dülükbaba Ormanlarında Kartal Tepe’nin eğimli hızlı inişlerinde uçma hissini içimde hissetmiştim. Uzun zaman olmuştu pedalları çevirmeyeli.

Aradan geçen zamanla bisikletin kendisini unutmuş, yerine başka doğa sporlarını yaşama ekleyerek kaldırmıştık raflara. Oysa ki çantamızda taşırdık iç lastiğini, kaynak makinesini, jant sıkmalarını ve allen anahtarlarını…

Şimdi Ankara’da Bisiklet Gezginler grubuna eşlik ediyorum boş zamanlarımda geçmiş zamanlardaki adrenaline kavuşacağımı düşünerek. Dünya Bisiklet Severler Günü’ne özel olan zamanı bisikletle de süslemek amacıyla bisiklet sever dostlarımızla 7 haziran Eymir Ormanlarında buluşup sabah kahvaltısı eşliğinde güzel sohbetlerle geçmişten günümüze bir yolculuk yaptık.

Zamanı gelmişti artık…

Son hazırlıklarımızı tamamlayarak kask ve eldivenlerimizi takıp parkurda yerimizi almıştık geçmişe inat.

Şimdi pedallamanın sırasıydı…

33,6 km.’lik yol kat ederek günün anlamına yakışır şekilde sevgiye dayalı bir dostlukla Eymir Ormanları’nda turu tamamladık. Ve içimde hissettiğim çoşkununda sizi bulmasını dileyerek herkesin bisikleti olmalı diyorum. Pedallamalı herkes bu güzel spora.

Günün üzerine :

"Sevgi ile yorulmadan ilerleriz. Sevgi ile, sadece onunla başkaları için fedakarlık yapabiliriz..."

Kızılderili Sözü






Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Sahil Yolu

SAHİL YOLU (İZMİR)

Gün sıcak ama rüzgâr adımlıyor benimle İzmir sahillerinde. Martıların deniz dalgalarıyla yaptıkları danslara eşlik edercesine Göztepe iskelesinden başlıyorum yürümeye.



Evet, İzmir sahillerindeyim. Ülkemizin büyük metropollerinden biri olan bu kentin sahillerinden insan manzaraları yudumluyorum.

Bir hilali andırıyor şehir ve insanların günün sıcaklığına aldırış etmeden zamanın tadını çıkardıklarını görebiliyorum. Sıcaktan bunalmış olanlar bir palmiye ağacının gölgesine ilişip denizi seyrediyorlar, oltasını denize atmış olanlar ise saatler süren bekleyişle bir akşamlık yemeklerini akıllarından geçiriyorlar. 7'den 70'e balık sevdalısının olduğu bu güzel kentte sosyal yaşama ayrılan zaman çeşitliliğinden birini yaşıyorum sadece. Ve yanaşıyorum birinin yanına.

- Rasgele!

- Sağol ağabey

- Nasıl durumlar balık çok mu?

- Yok, be ağabey, sabahtan bekliyoruz keyfine. Birkaç çipura, birkaç tane kefal ve kopez var. Akşam sofrasına yettiği kadar.

- Rasgele.

...Bekle delikanlı bu muhteşem denizin sana sunduklarını almadan gitmeyi de unutma.

Kordon'da şehrin simgelerinden faytonlar boy gösteriyor. Süslenmiş atlar tura çıkmayı düşünen müşteriler için sıralanmışlar. Geçmiş zamanların o muhteşem anlarını ve bu güzel kentin sokaklarını arşınlamak için hazırda bekliyorlar.

Sahil yolunda yürümeye devam ederken iskeleye yakın çocuklar dikkatimi çekti. Sıcaktan bunalmış olsalar gerek, kalabalığına aldırmadan bir bir atlıyorlardı çıplak bedenleriyle denize. Deniz serinletiyordu belki onları ama gözde incimiz İzmir denizi ne yazık ki kötü bir üne kavuşmuştu. Şehirde denize girmek yasaktı ve bu kirlilik her geçen gün güzelliklerin önüne geçmeye adaydı. Kenti ve denizi kuşatan bu kirliliği İlk defa bu topraklara ve sulara vardığım gün daha net görebildim. Denizin renginin gökyüzüyle eşit olduğunu düşünürdüm, burada durumlar farklıydı. Deniz mavi tonlarında değildi ve ne yazık ki rengi bir yığın külü anımsatıyordu. Üstelik kokusuyla da insanları çok rahatsız ediyordu. Garip bir ikilem. Bu kirliliğe sebep olanların bu görüntüden ya da kokudan rahatsız olmaya hakları var mıydı acaba.

Sahil yolunu adımlarken denize baktığımda denizanalarının benimle birlikte geldiklerini düşündüm ve denizde yüzen şehir çöplerinin. Ticaret belki insanların yaşam koşullarının sürdürülebilirliğini sağlıyor olabilir di ama doğaya yanlış yaklaşıldığında bütün varlıkların yaşam alanlarını da yok ediyordu.

Şimdiki çocuklar temiz denizlere ulaşamadıklarından kirli bir denizde çocukluk dönemlerini yaşıyorlarken; yaşam hakları olan temiz bir geleceğe her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlardı.

Ne acı.

"Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.''

Kızılderili Atasözü





Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar

Tütün

TÜTÜN

Adına Amerika dediğimiz kıta Cenovalı bir gezginin adımlarıyla tanıştı ve batı dünyasına tanıtıldı…

Sonrası kimileri için kan ve gözyaşı, kimileri içinse medeniyet demekti…

Peki ya tütün?

Amerikan yerlileri bizim deyimimizle Kızılderililer, Avrupalı sözde medeniyeti Amerika'ya getirmeden çok evvel tütün kullanmaktaydı…

İlk Avrupalı yerleşimciler tütün içmeyi Kızılderililerden öğrendiler ve sonrasında bunu Avrupa'ya taşıdılar…

Ancak Avrupalı tütünü de bir eğlence metası haline getirmeyi başardı. Oysa Kızılderililer tütünü inançları doğrultusunda kullanırlardı…

Şaman ayinlerinin bir ritüeli idi barış çubuğu tüttürmek…

Avrupalılar ise bunu anlamaktan uzak kaldılar ve tütünü keyfe keder kullanma yolunu seçtiler…

Netice de bir tüketim metasıydı… Yan etkilerinin önemi yoktu.

Avrupalı her daim yaptığını yaptı başka kültürlerden aldığını özünden kopardı, başkalaştırdı…

Böylece ‘'Tobacco'' ya da ‘'Tombac'' Kızılderililerce ruhani ve güzel amaçlar için kullanılırken, Avrupalılar tarafından kendi halkını zehirlemenin aracı oldu…

Kim bilir belki de bu Kızılderililerin beyaz adama karşı kazandığı istem dışı zaferdi…

Müsebbibi ise yine beyaz adamdı…

Düşünceler iyi ise nesnelerde iyidir… Düşünceler kötü ise nesneler de kötüleşir…

Tıpkı bu hikâyede olduğu gibi.


Günün Üzerine:

Çadırında yere oturup yaşam ve onun anlamı üzerine düşünen, tüm yaratıkların akrabalığını kabul ederek evrenle birlik içinde olduğunu onaylayan kişi, benliğine uygarlığın özünü aşılardı. Yerli adam, kendini bu şekilde geliştirmeyi unuttuğunda, insanlığın gelişmesi de geri kaldı.


Reis Luther Dinelen Ayı




Sevgiler


Yürüyen Bulut konuştu
Kızılderili 

Doğa, Tarih ve Kültürel Değerler


DOĞA, TARİH VE KÜLTÜREL DEĞERLER

Dünya Çevre Günü’ne girdiğimiz şu günlerde, ülkelerin, yaşamlarını sürdürebilecekleri yaşanabilir bir atmosferde temiz bir gelecek için doğayı korumak adına adım attıkları ender zamanlardan birindeyiz.

Ülkemizde 5 Haziran Çevre Günü farklı bölgelerde farklı şekillerle kutlandı. Doğasına sahip çıkmak isteyen bir çok insan, suyun önemine, toprağa, havaya, yok olmaya başlayan tarihsel ve kültürel değerlere dikkatleri çekerek ekolojik gidişatın önemini dile getirmeye çalıştı. Bugün Başkent Ankara’da gerçekleştirilecek eylemlerden biri de bu değerlerin ortak bir şekilde dile getirileceği Kolej meydanıydı…

Doğa üzerindeki olumsuz gidişata dur diyebilmek için ülkenin kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına kadar kilometrelerce yol kat edip Ankara’ya gelmiş 7’den 70’e binlerce insanın bir araya geldiği ve tek bir düşüncenin anlatılmak istendiği yerdeyiz bugün. Sıhhiye’de toplanan halk yürüyüş ile beraber Kolej meydanında hareketlenip konserler eşliğinde adımlayacaklardı. Kaybetmeye başladığımız değerleri resim ve sözler eşliğinde flamalara yansıtan binlerce duyarlı insan bugün seslerinin çıktığı kadar dile getireceklerdi.

Bir çok çevre kuruluşunun organizasyon içerisinde yer aldığı bu platformda en dikkat çeken ve aktarılan konular arasında akarsular üzerine inşa edilecek barajlar sorunu ve suyun ticarileştirilmesiydi. Yapılması düşünülen barajlarla birlikte tarihi değerler de kaybolacak ve yeni nesil kendi tarihine sahip çıkamamanın acı kaybını yaşayacak gibi görünüyor.

Tarihi ve doğal güzellikleriyle isim yapmış Hasankeyf, Munzur, Yusufeli gibi yerlerin akarsular üzerine inşa edilecek barajlarla sular altında kalacak olması çok acı. Bu olumsuz yaklaşımlara karşı çıkmak için verilen savaşa bizler de kayıtsız kalmayarak yürekten desteklerimizi gösteriyor; bu kıyıma dur diyebilmek için çabalıyorduk. Tarihine ve doğasına dahi sahip çıkamayan toplumumuzun kayıplarını hatırlatacak bu eylemde bir nevi toplumu bilinçlendirmek bizler için de bir sorumluluktu…

Sıhhiye meydanından binlerce kişiyle başladığımız yürüyüşte, Kızılderililerin doğa anlayışına uygun şekilde giyinip, bu olumsuzluğu dile getirmeye çalıştım. Doğanın katledilişine dur demek adına yürüyordum. Yanımda benimle beraber bana eşlik eden ayı kostümlü yoldaşımla dile getirdiğimiz söz Cree Kızılderili Kabilesinin doğaya bakışını yansıtıyordu.

Yüzyıllar önce Amerika’nın yemyeşil doğasında koşturan kabileler, bugün o kurak bozkırlara sesleniyorlar. Bizler de bugün doğamızı koruma sorumluğuyla dile getirebildik ezgilerimizi :


Son ağaç kesildiğinde,
Son nehir zehirlendiğinde,
Son balık tutulduğunda,
Ancak o zaman paranın yenilemeciğini anlayacaksınız…!


Sevgiler

Yürüyen Bulut
Bulut Açar