Doğanın Ruhu'ndan Özgürlüğe Adımlamak...

Gezi Kültür Yazıları

Kamp Ateşi

KAMP ATEŞİ

Yol, bulutlara giden rehberliğin gidişatındadır…

8 Mart Dünya Kadınlar Günü için yapacağımız Antalya Kızlar Sivrisi Dağı 3070 m. yüksek irtifa tırmanışları hava muhalefeti üzerine iptal olmuş, kendimi gün ışığı öncesinde kamp yükümle yolların rehberliğine bırakmıştım.

Gece, Bolu Abant yol sapağındaki Gökdemir tesislerinde otobüsten ayrılıp, cumartesi sabahının ilk ışıklarını beklemek üzere çay içme salonunda her zamanki sessiz ve ışıksız masamda uykuya bırakmıştım bedenimi.

Gün ışığının huzmesi ile göz kapaklarımı zorlayan ve uykudan uyanmanın sersemliğinde yorgun bedenimin son dakikalarını üzerimden atıp, doğanın ezgisiyle güne doğum yapan kelebek misali karşımdaki ormanın görselliğine kanat çırpıyordum.

Sıcak bir tost ve iç ısıtan açık bir çayla kahvaltımı yapıp, hazırlıklarımı tamamlayarak yola düşmüş, doğanın uyanışıyla adımlıyordum. Sapağa girdiğimde yolun altından geçen deredeki akıntının sesi ve ormandan gelen kuşların cıvıltılarıyla karşılanmak, yol boyu süren doğa ezgileriyle özgürlüğün ruhaniyetiyetinde sesleniyordum… Ya-heyyyyy!


Kamp yükümle yürümeye devam ederken, eriyen karların yol kenarlarında oluşturduğu derenin su yüzeyinde dikkatimi çeken bir şey oldu. Bir köpeğin bedeni su yüzeyinde ölü bir şekilde yüzüyordu. Başına ne gelebileceğini düşünürken bir an geçmiş günlerdeki acı olaylar içimi ürpertmeye yetmişti. İstanbul’da yaşanan küçük bir kız çocuğuna köpeklerin saldırısı ile bir çok büyük şehirlerde üst üste yayınlanan ölü köpeklerin haberleri…

Ölü bedene bakarken bir an dalgınlığımla Ankara’nın gün ışığı öncesindeki saatlerde, iş servisi bekleme yerine doğru otuz beş dakikalık yolu adımlarken di bu anlatım.
Sabah kalmış Dikmen sokaklarında yürüyor ve her zaman boş bir arazide gördüğüm grup halindeki köpeklerin oyunlarını o gün göremez olmuştum. Etrafa odaklanıp baktığımda bir yavru köpeğin sersemlemiş halde yürüdüğünü gördüm ve diğer yedi köpek de rüzgarda savrulmuş kuru dallar gibi yerlere serilmişlerdi. Yakınlaşıp baktığımda köpeklerin zehirlendiğini çok çabuk algıladım. Sonradan aldığım bilgiler doğrultusunda gece bölgeye bırakılan zehirli etlerin bu ölüme sebebiyet verdiğini algılıyordum. Yavru köpeğe gelince onun da dakikaları kalmıştı ölüme. Sanırsam anne köpeğin ölü bedeninden kendini emziren ve süte karışan zehrin etkisi yavruya geçmişti. Son haykırışlarını hüzünle algılıyorum şimdilerde…

Hayvan hakları savunucularından Nilda Ergün’e ulaşıp durumu bildirdikten sonra ben oradan ayrılmak zorunda kaldığım işime üzüntülerle yol almış, merakla Hayvan Haklarından gelecek haberin durumunu öğrenecektim. Bölgeye gönderilen ekip inceleme yapmış ve sabahın ilk saatlerinde verdiğim ihbarın çok önemli olduğunu belirten Nilda hanım: “Bölgede elli üzerinde köpeğin zehirlenerek katledildiğini” söyleyince üzüntüm bir savaşçı misali çığlığa dönüşüyordu… Hoka-hey !!!

Oysa yüzyıllardır insanoğlu ve köpeklerin önemli bir dostluğu varken gün bugüne gelip her yıl yapılan köpek katliamlarını görünce insanların doğayı incitişi de yüzyılın en büyük felaketi olmuştur yüreğimde…

Yola devam ederken bana eşlik eden mavi tüylü kuş ve orman ispinoz kuşlarının seslenişleri üzen yüreğimi çocuklar gibi neşelendirmeye yetmişti. Yol kenarında çeşmeden gelen kaynak suyundan içip şehirden alışılmışın dışında aldığım suyun tadı yaşamın güzelliklerini algılattırmaya devam ettiriyordu. Biraz dinlenmeden sonra kamp yükümle yol almaya devam edip yanımdan geçen bir aracın iki yüz metre ileriden tekrar dönmesi ve yanıma yaklaşıp sabahın aydınlığı ile: “Günaydınlar” diyen baba ve oğul yönümün Abant olduğunu algılamış olmalılar ki gideceğim yere bırakabileceklerini söylemeleri üzerine yükümü arabanın arkasına genç kardeşimin yardımıyla atıp, geriye kalan yolu da araçla tamamlayacaktım. Araç içerisinde tekrar merhabalaştıktan sonra sohbetler eşliğinde yalnız yapacağım kamp hakkında bilgiler vererek konuşuyorduk. Şehirde sıkışmış bir Kızılderili ruhun hikayesidir bu yolculuk konuya başlayaraktan, doğamızın güzelliklerini bulduğum zamanın koşullarında yaşamak üzere bu yollara bıraktığımı anlatışlarla sürdürdüm yol giderekten…
Kamp bölgesine ulaştığımda kuşların cıvıldayışları ile göl kenarında yürümeye başlamadan önce köy marketlerine bakıp her zaman ahbaplık kurduğum köy ailemin gelip gelmediklerini kontrol ettim. Marketler kapalıydı, küçük kardeş İsmail için bir sürprizim olacaktı ki çadırı kurup işlerimi bitirdikten sonra vermek en uygun zaman olacaktı. Küçük kardeş için gece tesislerden bir oyuncak jeep almıştım ve bir önceki faaliyetimde kamp arkadaşım ile birlikte bunu düşünmüştük, küçük kardeşimizi daha mutlu gülümsetebilmek adına… Bizlere o güzel tatlı dilinden anılarını anlatmasına huzurla gülümsüyorduk…


Kampa doğru yol alırken ilk defa bölgede gördüğüm bir bitki dikkati çekerek fotoğraf makinemi çıkarıp birkaç makro çekim ile dalından çiçeğine çekimler yapmaya başladım. Türüne ilk defa rast geldiğim ve araştırmalar sonrasında bunun bir “Helleborus Orientalis” “Boynuzotu veya Çöplemecik” olarak da bizdeki adı ile bilinen türe hayranlıkla bakıyordum. Makro çekimler sonrası etrafı daha da incelediğimde menekşeler açmış ve çiğdemlerin de tomurcuklandığını, mart ortasında bu bölgenin cennet bahçesine döneceğini görmek muhteşem olacaktı.
Kamp yolunda ilerlerken eriyen karların birikerek göle aktığı suyun sesinde huzuru almak insana ulaşması gereken hazzı yaşatıyordu. Gölün bir kısmı yarı buz halde fotoğraf makineme çekimlemiş, ressamların dağlarda yakalayamadığı güzellikleri ruhumda tablolaştırmıştım.

Çadır alanına girdiğimde eriyen kar ile çadır kuracağım yeri ayarlamaya çalışıyordum. Bahar gelişi ile birlikte yeraltından kazı çalışmalarına başlayan ve yönünü yüzeye çevirmiş sevimli köstebeklere diyecek yoktu. Her yer tünelle çevrilmiş otoyol gibiydi köstebek izlerinden… Ağır yükümü yere bırakıp etrafı izlerken, ormanın ekosistemindeki muhteşem döngüye tanık olduğum zamana denk gelmişti. Sis orman yüzeyinden süpürürcesine kaçıyordu gün ışığından.

Çadır kurmaya başlamış, eşyalarımı düzenleyip ocak sistemimi kurduktan sonra, gece kamp ateşim için mangalımı toprak altından gizli yerinden çıkararak rüzgarlardan kırılan ağaç dallarını testerem ile küçültüp kamp ateşinde rahat yanacak boyutlara getirmiştim. Her yer kırılan ağaç dalları ile kaplanmış gibiydi. Kar ağırlığına dayanamayıp kırılan ve rüzgarın etkisi ile dayanamayan ağaçlar beni gece boyunca ısıtacaklardı. Eğer etrafta yakmak için düşmüş dal bulamazsam o zaman testerem ile ağaçlardan izin alıp alt kısımlarından onları gençleştirmeyi sürdürüp, büyümelerine katkı sağlayacak şekilde birkaç dal alırdım. Ağaç sevgisini yaşayan ve Kızılderili kültüründeki anlatılışta olduğu gibi sadece ihtiyaç zamanlarında ona zarar vermeyecek şekilde yaklaşırdım. Bilge Kızılderililer der ki :

“Bizler ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse önce onlara tütün ikram ederiz. Odunları asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser ve kestiğimizin hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalplerimizi yaralar…”

Mesquakie Kabilesi



Kamp işlerinin ardından aperatif bir şeyler atıştırıp, yüksek bulduğum bir dağ tepesine çıkış yapacaktım. Köy marketlerine uğrayıp ilkin İsmail kardeşe hediyesini verip köy ailemle merhabalaştıktan sonra yalnız, doğa bütünlüğümde faaliyetime başlayacaktım. Bulunduğum kampın Batı yönüne doğru adımlamaya başlarken orman içindeki karın erime durumunda olması ve birikintinin fazlalığı beni yoracağa benziyordu. Yayla içlerinde ormanlara doğru kar yürüyüşüne devam edip etraftaki sessizliğin büyüsüne uyumlaşmış, zor adımlarla bata çıka yükselmeye çalışıyordum. Üç saati bulan ıslak karlı zor çıkışın ardından zirveye varmış kendimi yüksek irtifa dağcılığı yapmışçasına yorulmuş hissetim. Dağın doruğundaki rüzgar ayakta durmamı dahi güçleştiriyordu. Öyle ki, yüksek irtifa tırmanışlarımızda bu hava muhalefetlerinden ötürü iptal edilmiş ve sonrasında aldığım mesajlarla askeri bir helikopterin Erciyes dağında düştüğünü ve iki üsteğmenin de hayatlarını kaybettiği haberini saatte 70 km. hızı bulan rüzgardan kaynaklandığını algılayabiliyorduk.


Kamp bölgesine vardığımda akşam için yemek hazırlığına başlayıp marketten aldığım gazozu pilavın yanında içecektim. Dağlarda yaptığım üç kişilik pilavı bu defa tek başıma iştahla bitirmiş ve karanlığa girecek günün ardından kamp ateşimi yakmaya başlamıştım. Yanan kamp ateşinin ardından, etrafı düzenledikten sonra ateşimin yanına ağaç dallarından oluşturduğum oturma kümesi ile ısınmaya başladım. Karanlık ile birlikte baş feneri ve çadır fenerlerimin etrafa ışık yayamadığını fark ettim. Orman ekosistemi yine büyüsünü yapmış, sessizlik karanlığında hareket eden sislerle orman içindeki görünürdeki her şeyi göstermez olmuştu. Ateşten yansıyan aydınlıkla sisin büyüsüne kapılmış geçişini izliyordum ki, çadırımı hatta yanımdaki dev ağaçları dahi göremez olmuştum. Görüş mesafesi bir metreye kadar düşmüştü. Sis ile beraber yağmurda yağmaya başlayınca kamp ateşimin başında sıcak kahvemi tüketip, ateşi kontrollü söndürdükten hemen sonra çadırıma geçmiş, yağmur eşliğinde doğanın güzelliklerini düşünüyordum. Huzurlu ve mutlu bir andı. Doğa sessizliğinde her şeyden uzak ama akrabalarım olan doğa varlıkları ile iç içeydim… Hau Mitakuyapi ! ( Lakota dilinde; Merhaba Akrabalarıma )

Sabah beni uyandıran mavi tüylü kuşun olağan güzel sesi oldu. Sürekli seslenip kalkmamı isteyen, günü kaçırmamak için sesi ile eşlik eden mavi tüylü kuş, ben çadırdan dışarı çıkana kadar seslenmeye devam etti. Çadırdan çıktığımda gün ışığı göle yansımış ve bahar kokusu ile seslendim mavi tüylü kuşa:
- Günaydın mavi tüylü kuş…

Mavi tüylü kuş birkaç seslenişi ile beni karşılayıp orman içinde uçmaya başladı.


Çevremdeki doğayı izlerken, cennet bahçesi görüntüsü ve kokusuyla orman ruhuma hayat veriyordu. Menekşeler yağmur damlaları ile ıslanmış, boynuzotu çiçekleri yüzünü güneşe çevirmiş, çiğdemler birkaç güne açmak için sabırla bekliyorlardı yerlerinde…

Kamp bardağım ile sıcak bir kahvemi hazırlayıp orman içinde boynuzotu ve diğer bitkileri inceleyerek yürüyüşe başladım. Bir çok makro çekimle bitkileri yakından fotoğraflamış keyifli güne huzurla devam ediyordum.
Yayla insanları da sabahın aydınlığında atlarını hazırlamış güne birkaç müşteri kazanmak için at sırtında yerlerine gidiyorlardı. Etrafımdaki doğallığın güzelliklerini izlerken iştahım kabarmış ve açlık çekerek çadır alanıma geçmiş günün mönüsünde tavada yumurta, zeytin ve tonbalığı hazırlayarak keyifli bir kahvaltımı müzik ve orman kuşlarının cıvıltısı içerisinde sürdürüyordum. Yanıma yaklaşan birkaç ispinoz kuşu, etrafa yaydığım ekmek kırıntılarından faydalanmış kendilerini doyuruyorlardı.
Güzel bir kahvaltı sonrası kamp bölgemi toparlayıp çantayı da düzenledikten sonra, göl etrafında yürüyüşe başlamış doğayı fotoğraflarken, çevre yine gelen piknikçilerce kirletilmeye yüz tutmuş ve göl yüzeyinde içki şişelerinin atılmış olduğunu gördüğümde insanların doğa algılayış biçimlerinin her geçen gün kanımca azaldığını hissetmekteydim. Bir çok defa geldiğim bu güzelim orman bölgesinin milli park olarak çembere alınıp da korunmaması ne acı vericidir değil mi ? Eylül zamanlarında bu bölgeye gelip orman içlerinde günlerce insanların bıraktığı pislikleri temizleyerek zaman geçirmiş, çuvallarca çöp çıkardığımız olmuştu. Şimdi bir kış günü bahara geçiş yapacağımız sırada yine aynı manzara ile karşılaşmak beni bir taraftan üzüyor, bu katledilişe kaşı burada yalnız başıma savaşım vermekten garipseniyordum…

Öğlen sonrası kamp bölgemi tekrar gözden geçirmiş, kampı daha temiz bırakmak üzere, çevrede bir önceki zamanda başkaları tarafından bırakılmış çöpler mevcut ise bir kampingci olarak da bulunduğum bölgeyi eskisinden daha temiz bırakma anlayışını eylemde uygulayıp bir süre çöpler arayarak zaman geçidim orman içinde.

Dönüş için zaman gelmiş ve yola çıkmak üzere kamptan ayrılmaya başlamıştım. Son olarak köy marketlerine uğrayıp köy ailem ile vedalaşıp bir sonraki zamanda tekrar görüşmek üzere sohbetler eşliğinde oradan ayrılmak üzere hareketlenirken; küçük kardeş İsmail elinde küçük bir poşetle:
-“Bu senin için ağabey” demesi üzerine anladım ki karşılıklı sevgi bütünlüğünde oda bana teşekkürünü Bolu Abant’ın doğasını deniz taşları ile süsleyen dolap yapışkanını bana hediye etmişti. Mutluydum ve ayrılırken böylesine güzel bir kardeşimizin doğa bütünlüğünde yetişmesi ve ileriki yaşamda iyi bir Doğa Savaşçısı olacağını hissedebiliyordum. Sevgiyle ailemden ayrılıp yola koyulmuş yeniden yalnız şehir ruhaniyetinde ki köşeme çekilecektim…

Küçük Ağaçların seslendiği gibi :


“Ruhunun büyütmenin en iyi yolu üzerinde çalışmaktır…”

Little Tree




Sevgiler

Yürüyen Bulut konuştu…
Bulut Açar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder